------------------------------- Sitemizde lütfen yorum atarken ahlaki kuralları göz önünde bulundurarak yorum atalım... ----------------------------------- Sitemize kayıt olmanıza gerek yoktur... ---------------------------------- Yeni yazarlar aranmaktadır... ------------------------------- Sitemiz artık Googlede... ---------------------------- turkleroyun@hotmail.com' dan bana ulaşın..

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Palomar - Italo Calvino

Palomar / Türkçesi : Rekin Teksoy (İtalyanca'dan çeviri)
Romanın kahramanın adı bu. Bu ad, dünyanın en ünlü teleskopunu çağrıştırıyor. Dikkatini, gün boyunca gözüne ilişen olaylara güçlü bir teleskop gibi çevirerek, aşırı bir titizlikle, en ince ayrıntılarına varana kadar inceler bunları, incelemelerini hep tek bir olay üzerinde yoğunlaştırır; dünyada sanki başka hiçbir şey yoktur, daha önce de olmamıştır, daha sonra da olmayacaktır. Sözün kötü kullanımının kirlettiği bir atmosferde uzun süre yaşamış olmanın da etkisiyle suskun bir kişilik edinmiş olan Palamar, bilinen kuralların dışında kalan belirtileri algılar, sözsüz konuşmalar geliştirir, uzun süre suskun kalmasını sağlayacak bir ahlak oluşturmaya çalışır, ama kendi içinin ve kendi dışının tümünü kaplayan konuşma dünyasından kaçabilmesi olası mıdır? Sınırsız uzamların sessizliğine ya da kuşların ötüşüne kulak vermesi, dalgaların ya da otların abecesini çözmeye çalışması, sözcüklerin sustuğu yerde başlayan söylemin izini sürmek içindir belki de.

Bay Palomar, ıssız bir kumsal boyunca yürüyor. Tek tük denize girenlere rastlıyor, Genç bir kadın, kumlara uzanmış, göğüsleri çıplak, güneşleniyor. Saygılı bir insan olan Bay Palomar, bakışını denizin ufkuna çeviriyor. Böylesi durumlarda, bir yabancının yaklaşmasıyla kadınların aceleyle örtündüklerini biliyor ve güzel bulmuyor bunu: Çünkü, rahatça güneşlenenin rahatı kaçıyor; çünkü geçen erkek, rahatsızlık verdiğini anlıyor; çünkü, çıplaklık tabusu üstü kapalı bir biçimde doğrulanmış oluyor; çünkü yarısına uyulan uzlaşmalar, davranışa özgürlük ve açıklık yerine, güvensizlik ve tutarsızlık veriyorlar.

Bu nedenle, uzaktan çıplak bir kadın gövdesinin tunç pembesi bulutunun belirdiğini görür görmez, bakış yörüngesi boşlukta asılı kalacak ve kişileri çevreleyen görünmez sınıra uygarca saygısını kanıtlayacak biçimde, hemen başını çeviriyor.

Ama -diye düşünüyor, yolunda ilerlerken ve ufuk boşalır boşalmaz, gözyuvarlarının devinimlerini yeniden özgürleştirirken- böyle yapmakla görmeye karşı çıkıyorum, yani ben de, göğüslerin görülmesini yasak sayan uzlaşmayı güçlendirmiş oluyorum, ya da gözlerimle, görüş alanımın sınırlarından bana ulaşan bulanık görüntüden, diri ve göz okşayıcı olduklarını anladığım o göğüsler arasında bir tür zihinsel sütyen oluşturuyorum. Kısacası, bakmayışım o çıplaklığı düşünmekte olduğumun, onunla ilgilendiğimin önvarsayımı anlamına geliyor ve bu da, temelde yine saygısız ve gerici bir davranış.

Gezintisinden dönerken, Palomar yine güneşlenen kadının önünden geçiyor ve bu kez, geri gelen dalgaların köpüğünü, kıyıya çekilmiş kayıkların gövdelerini, kuma yayılmış deniz havlusunu, daha açık derinin aysı yuvarlaklığıyla meme ucunun esmer aylasını eşit olarak gözucuyla tarayacak biçimde, bakışını öne sabitleştiriyor.

İşte -diye düşünüyor, kendinden hoşnut, yoluna devam ederken - görünümün göğsü tümüyle soğurmasını ve bakışımın bir martının ya da bir mezgitin bakışından daha fazla ağırlık vermemesini sağladım.

Ama böyle yapmak doğru mu acaba? diye düşünüyor, yine- insan kişiliğini nesne düzeyine indirmek, eşya yerine koymak ve daha da kötüsü, insanda dişi cinsiyete özgü olanı, nesne yerine koymak olmuyor mu? Geleneksel bir küstahlığın zamanla nasırlaştığını, eski erkek üstünlüğü alışkanlığnıı yinelemiyor muyum acaba?

Dönüyor ve geri gidiyor. Bu kez, yansız bir nesnellikle bakışını kumsalda gezdirirken, kadının göğsü görüş alanına girer girmez, bir kopukluk, bir uzaklaşma, neredeyse bir parıltı görülmesini sağlayacak biçimde davranıyor. Bakışı, gergin deriyi yalayıncaya dek ilerliyor, görme ile, edindigi özel değer arasındaki kıvamı hafif bir ürpertiyle değerlendirircesine geri çekiliyor ve bir an havada asılı kalarak, kaçamak ama aynı zamanda koruyucu bir biçimde, belirli bir uzaklıktan göğsün kabarıklığına eşlik eden bir eğri çizdikten sonra, sanki bir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. Artık durumum, olası yanlış anlamalara yol açmayacak biçimde, açık seçik ortada- diye düşünüyor, Palomar-. Ama bu kaçamak bakıç, sonuç olarak, bir üstünlük taslama, bir göğsün ne olduğunu ya da ne anlama geldiğini eksik değerlendirme, onu bir tür, uzakta, kenarda ya da ayraç içinde tutma sayılmaz mı? İşte göğsü, seksomanyak edep ve tensel günah yüzyıllarının yerleştirdikleri yarı gölgeye itiyorum yeniden...

Böyle bir yorum, kadın göğsü çıplaklıgını halâ sevgiye dayalı bir yakınlığa bağlayan bir kuşaktan olmakla birlikte, geleneklerdeki bu değişikliği, hem daha açık bir düşünce biçiminin topluma yansıması anlamına geldiği, hem de bu görüşten özellikle hoşlandığı için olumlu karşılayan Palomar'ın iyi niyetlerine ters düşüyor. lşte, bu çıkarsız desteği dile getirebilmeyi istiyor bakışıyla.

Geri dönüyor. Kararlı adımlarla, yine güneşe uzanmış kadına yöneliyor. Bu kez bakışı, görünümü kararsız bir biçimde tarayarak, göğüs üzerinde özel bir ilgiyle duraklayacak, ama ardından, onu, her şey adına, güneş ve gökyüzü adına, kıvrık çamlar ve kumullar ve kum adına, sığ kayalıklar, bulutlar ve su yosunları adına, aylalı dorukların çevresinde dönen evren adına, bir iyi dilek ve minnet sevgisiyle sarıverecek.

Bunun, tekbaşına güneşlenen kadını rahatlatmaya ve ortalığı yanlış yorumlardan temizlemeye yetmesi gerek. Ama yakınlaşmaya başlar başlamaz, kadın bir sıçrayışta ayağa kalkıyor, örtünüyor, homurdanıyor, bir kadın avcısının usandırıcı ısrarından kaçıyormuş gibi, öfkeyle omuzlarını kaldırarak uzaklaşıyor.

Bir yanlış ahlak geleneğinin ölü ağırlığının, en aydınlık niyetlerin hakettikleri gibi değerlendirilmelerini engellediği sonucuna varıyor Palomar, acı bir biçimde.

Bay Palomar, Paris'te bir peynircide sıra bekliyor. Küçük saydam kaplarda zeytinyağına yatırılmış, çeşitli ot ve baharat katkılı kimi küçük keçi peynirleri almak istiyor. Müşteri kuyruğu, en bilinmedik ve uyumsuz türlerin örneklerinin sergilendiği bir tezgah boyunca ilerliyor.

Dükkandaki çeşitlilik, sanki akla gelebilecek her türlü süt ürününü belgelemeyi amaçlıyor; daha "Specialites froumageres" adındaki az kullanılan, eski ya da yerel sıfat, burada bir uygarlığın, bütün tarihinden ve coğrafyasından biriken bir bilgi mirasının saklandığını haber veriyor.

Pembe önlüklü üç dört kız, müşterilerle ilgileniyor. İçlerinden hangisi işini bitirirse, sıra başındaki müşteriye bakıyor, isteklerini açıklamasını istiyor; müşteri söylüyor, çoğu kez de dükkan içinde oradan oraya giderek, belirli ve yetkin iştahının nesnesini parmağıyla gösteriyor.

Bu sırada, bütün kuyruk öne doğru ilerliyor ve o zamana dek yeşil damarlı "Bleu d'Auvergne"in yanında durmakta olan biri, beyazlığına kuru ot sapları yapışık "Brin d'amour"un hizasına ulaşmış oluyor; kağıda sarılı bir topağı seyretmekte olan biri ise dikkatini kül serpiştirilmiş bir kübe verebiliyor. Bu rastgele konaklamalardan yeni dürtü ve istek esinlenmeleri çıkartanlar oluyor: Almak üzere olduklarından vazgeçiyorlar ya da listelerine yeni adlar ekliyorlar; ama izlemekte oldukları hedefi bir an olsun gözden kaçırmayanlar da var: Seçtiklerinden değişik her öneri, inatla istediklerinin alanını, dışlama yoluyla daha da belirli kılmaya yarıyor sadece.

Palomar'ın düşüncesi birbirine karşıt iki dürtü arasından gidip geliyor: llki, tam, eksiksız bir bilgi bekliyor ve karar vermeden, her türün tadına bakmak istiyor; öbürkü ise, kesin.bir seçimden yana, yalnızca kendisinin olan bir peynirle, o daha seçmeyi (kendisini onda tanımayı) başaramamış olsa bile, hiç kuşkusuz var olan bir peynirle özdeşleşme eğiliminde.

Ya da sorun belki de, kendi peynirini seçmekten çok, peynir tarafından seçilmekte. Peynirle müşteri arasında bir karşılıklılık ilişkisi var: Her peynir müşterisini bekliyor, biraz tepeden bakan bir tıkızlıkla ya dıi pütürlülükle, ya da tersine, göze hoş gelen hir gevşemenin erimişliğiyle aklını çelmeye çalışıyor.

Çevrede ahlaksız bir suçluluk gölgesi dolaşıyor: Tat, özellikle de koku alma titizliği, peynirlerin kendilerini kaplarda bir genelev divanında olduğu gibi sundukları, gevşeme, bayağılaşma anları yaşıyor. Damak tadının hedefini crotin, boule de moine, bouton de culotte (1) gibi adlarla aşagılama keyfinden, çapkın bir sırıtma biçimleniyor.

Bay Palomar'ın derinleştirmeye daha yatkın olduğu bilgi türü değil bu: İnsanla peynir arasında dolaysız bir fiziksel ilişkinin yalınlığını ortaya koymak yetecek ona. Ne var ki, peynir yerine, peynir adları, peynir kavramları, peynir anlamları peynir tarihleri, peynir bağlamları, peynir ruhbilimleri görünce, her peynirin ardında bütün bunların bulunduğunu -bilmekten çok- sezince, ilişki çok karmaşıklaşıyor.

Peynirci dükkanı Palomar'a, bir ansiklopedi kendi kendini yetiştirmiş birine nasıl gelirse, öyle geliyor; bütün adları ezberleyebilir, biçimlere -sabun, silindir, kubbe, top- göre, yapıya -kuru, yağlı, kremalı, damarlı, tıkız- göre, hamura ya da kabuğa katılan yabancı maddelere -kuru üzüm, biber, ceviz, susam, ot, küf- göre bir sınıflandırma yapmayı deneyebilir, ama bütün bunlar onu, bellek ve düşgücü bütününe dayalı tatlar deneyiminde bulunan gerçek bilgiye bir adım bile yaklaştırmaz; oysa bir tatlar, tercihler, meraklar ve dışlamalar sıralaması, ancak böyle bir temele dayandırılabilir.

Her peynirin ardında, değişik bir gök altındaki değişik yeşilli bir otlakvar: Normandiya gelgitlerinin her akşam bıraktıkları tuza bulanmış çayırlar; Provence'ın rüzgarlı güneşinin kokulu çayırları; sürüler bazan ahırda beslenir, bazan yaylaya çıkartılır; mesleğin yüzyıllardır aktarılagelmiş gizleri var. Bu dükkan bir rnüze: Bay Palomar dükkanı gezerken, Louvre'da olduğu gibi, sergilenen her nesnenin, biçimlendirdiği ve biçimini aldığı uygarlığın varlığını duyumsuyor.

Bu dükkan bir sözlük; dili, peynir dizgesinin tümü: Yapıbilgisi sayılamayacak çeşitlilikte ad ve fiil çekimine yer veriyor ve sözcük dağarı, yüz lehçenin katkısıyla beslenen bir dil gibi, tükenmez bir eşanlamlılık, deyim kullanımı, anlam özellikleri ve incelikleri zenginliği içeriyor. Nesnelerden oluşan bir dil: Terimler yalnızca bir dış belirti, bir belge; ama Bay Palomar için biraz terim öğrenmek, gözlerinin önünden geçen nesneleri bir an durdurmak istediğinde hep başvurduğu ilk önlemdir.

Cebinden bir not defteri, bir dolmakalem çıkartıyor, adlar yazmaya koyuluyor, her adın yanına görüntüyü belleğine ansıtmaya yarayan bir sıfat ekliyor; biçimin kaba bir taslağını çizmeyi de deniyor. Pave d'Air-vault yazıyor, "yeşil küf notunu düşüyor, düz bir paralelkenar çizip, bir yanına "yaklaşık 4 cm," notunu düşüyor; St-Maure yazıyor, "içinde küçük bir çubuk olan, pütürlü gri silindir," notunu düşüyor, göz kararı ölçüp "20 cm," olduguna karar veriyor ve resmini çiziyor, sonra Chabicholi yazıyor ve resmini çiziyor.

-Monsieur! Huhu! Monsieur!- Pembe giysili genç bir peynirci kadın, not defterine dalmış Palomarın karşısında. Palomar'ın sırası, sıra onda, uygunsuz davranışını sıranın gerisindekiler izliyor ve büyük kentlerde oturanların sokaklarda cirit atan geri zekalı sayısının gittikçe artması karşısında takındıkları yarı alaycı, yarı sabırsız havayla başlarını sallıyorlar.

Vermeyi tasarladığı özenli ve zengin sipariş belleğinden uçup gidiyor; kekeliyor, kitle uygarlığının tek düzeliği kendisini yeniden egemenliği altına almak için bu kararsızlık anını bekliyormuş gibi, en bilinende, en sıradanda, en çok tanıtılanda karar kılıyor.

Bir doğu ülkesi gezisinde Bay Palomar, bir pazardan bir çift terlik satın aldı. Evine dönünce, terliği giymeyi deniyor: Bir tekin öbürkünden daha büyük olduğunu ve ayağından çıktığını görüyor. Pazarın bir girintisinde, her ölçüden karmakarışık bir terlik yığınının önünde, topukları üzerine çömelmiş yaşlı satıcıyı ansıyor; ayağına uyacak bir terlik bulmak için yığını karıştırması, bulduğunu giydirmesi, yığını tekrar karıştırıp öbür eşi olduğunu varsaydığı terliği vermesi, kendisinin de bunu denemeden kabul edişi gözlerinin önüne geliyor.

"Belki şimdi - diye düşünüyor Bay Palomar - o ülkede de bir başka kişi tekeş terliklerle dolaşıyor." Ve her adımda ayağından çıkan, ya da çok dar olduğu için ayağını burarak hapis eden terlikleriyle, topallayarak çölde dolaşan narin bir gölge görüyor. "Belki şu sırada, o da beni düşünüyor, değiş tokuş yapmak için benimle karşılaşmayı umuyor. Bizi birbirimize bağlayan ilişki, insanlar arasında kurulan ilişkilerin büyük bir çoğunluğundan daha somut ve açık. Buna karşılık hiçbir zaman karşılaşmayacağız." Tanımadığı mutsuzluk arkadaşıyla dayanışmak, çok az rastlanan bu tamamlayıcılığı, bir kıtadan bir başkasına yansıyan bu aksak adımları canlı tutabilmek için, tekeş terlikleri giymeyi sürdürmeye karar veriyor.

Bu görüntüyü tasarlamaya çalışıyor, ama gerçeğe uymadığını da biliyor. O pazardaki satıcının yığınını, seri olarak dikilmiş bir terlik çığı besliyor dönemsel olarak. Yığının dibinde, hep tekeş bir çift terlik kalacak, ama satıcı elindeki malı satıp bitirmedikçe (ve belki de hiç bitiremeyecek ve ölümünden sonra da dükkan mallarıyla birlikte mirasçılarına ve mirasçılarının mirasçılarına geçecek), arayınca, yığının içinde birbirine uygun bir çift terlik bulunabilecek hep. Ancak, onun gibi dalgın bir alıcı hata yapabilecek, ama bu hatanın sonuçlarının, bu eski pazarın bir başka ziyaretçisini etkileyebilmesi için yüzyıllar geçebilecek. Dünya düzeninin bozulmasına ilişkin bir süreç tersinmezdir, ne var ki, uygulamada sınırsız yeni bakışım, karışım, birleşim olanakları içeren büyük sayıların tozu tarafından saklanabilir ve geciktirilebilir.

Peki, ya hatası eski bir yanlışlığı düzelttiyse? Dalgınlığı, düzensizlik değil de, düzen getirdiyse? "Belki de satıcı ne yaptığını çok iyi biliyordu -diye düşünüyor, Bay Palomar- bana bu tekeş terlikleri vererek, o pazarda kuşaktan kuşağa aktarılan terlik yığını içinde, yüzyıllardır gizlenen bir aykırılığı giderdin.

Tanımadığı arkadaşı, belki de bir başka çağda topallamıştı, adımlarının bakışımı yalnızca bir kıtadan bir kıtaya değil, yüzyıllar boyunca da uyuşuyordu. Bay Palomar, bu nedenle dayanışmasında bir azalma duyumsamıyor. Gölgesini rahatlatmak amacıyla, zorlanarak terliklerini sürüklemeyi sürdürüyor.

Yaşlıların gençlere, gençlerin yaşlılara hoşgörüsüzlüklerinin doruğa ulaştığı, yaşlıların, sonunda, gençlere hakettiklerini söylemek için kanıt biriktirmekten başka bir şey yapmadıkları ve gençlerin de, yaşlıların hiçbir şeyi anlamadıklarını göstermek için bu fırsatı bekledikleri bir dönemde, tek söz söylemeyi başaramıyor Bay Palomar. Bazan araya girmeyi denemeye kalkışsa da, herkesin kendini, desteklediği görüşe, onun aydınlanmak amacıyla denemekte olduğu şeye dikkat edemeyecek denli kaptırmış olduğunu görüyor.

Olay, bir gerçekliği açıklamaktan çok, soru sormak istemesinde, oysa hiç kimsenin, bir başka söylemden geldikleri için, aynı şeyleri başka sözcüklerle düşünmek zorunda bırakacak ve belki de güvenceli yolların ötesinde bilinmedik topraklarda bulunmayı gerektirecek sorulara yanıt vermek için, kendi söyleminin raylarının dışına çıkmak istemediğini anlıyor. Ya da, soruları başkalarının kendisine sormasını istiyor; ama onun da, her soru değil, sadece kimi sorular hoşuna gidecek: Söyleyebileceğini duyumsadığı, ama ancak biri söylemesini isteyecek olursa, söyleyebileceği şeyleri söyleyerek yanıtlayabileceği sorular. Ne var ki, ona herhangi bir şey sormak, hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmiyor.

Bu durum karşısında, gençlerle konuşmanın zorluğunu kendi kafasında evirip çevirmekle yetiniyor Bay Palomar.

Şöyle düşünüyor: "Zorluk, bizle onlar arasında doldurulamaz bir çukur olmasında. Bizim kuşağımızla onlarınki arasında birşeyler oldu, deneyim sürekliliği kesintiye uğradı: Artık ortak başvuru noktalarımız yok."

Sonra şöyle düşünüyor: "Hayır, zorluk, onlara bir kınama ya da bir eleştiri ya da bir çağırı ya da bir öneri yöneltmeye kalktığımda, benim de gençliğimde aynı türden kınamalarla, eleştirilerle, çağırılarla, önerilerle karşılaşmış ve bunları dinlememiş olduğumu düşünmemden kaynaklanıyor. Zaman farklıydı ve bunun sonucu olarak davranışlarda, dilde, geleneklerde birçok farklılık vardı, ama zihnimin o zamanki çalışma biçimi, şimdikinden çok farklı değildi. Bu nedenle, konuşmak için hiç bir yetkim yok."

Bay Palomar, sorunu ele almanın bu iki biçimi arasında uzun süre kararsız kalıyor. Sonra karar veriyor: "iki durum arasında bir çelişki yok. Kuşaklar arasında süreklilik çözümü, deneyimi aktarabilme olanaksızlığına, başkalarını, vaktiyle bizim işlediğimiz hataları işlemekten engellemeye bağlı. İki kuşak arasındaki gerçek uzaklık, ortak olarak sahip oldukları ve biyolojik kalıtım yoluyla aktarılan hayvan davranışlarında olduğu gibi, aynı deneyimlerin çevrimsel olarak yinelenmesini zorunlu kılan öğelerden kaynaklanıyor; buna karşılık onlarla bizim aramızdaki gerçek ayrılığın öğeleri, her çağın kendi içinde taşıdığı tersinmez değişikliklerin sonucu, yani onlara aktardığımız tarihsel kalıta, kimi kez bilinçsiz bir biçimde de olsa, sorumlusu olduğumuz bu gerçek kalıta bağlı. Bu nedenle, öğreteceğimiz hiçbir şey yok: Kendi deneyimimize çok benzeyen bir şeyi etkileyemeyiz; damgamızı taşıyan şeyde kendimizi tanımayı bilemiyoruz."

Dünyanın kendisi olmaksızın nasıl olacağını görmek için, bundan böyle sanki ölmüş gibi davranmaya karar veriyor Bay Palomar. Bir süredir, kendisiyle dünya arasındaki ilişkilerin eskisi gibi olmadığının farkında; eskiden, kendisinin de dünyanın da birbirlerinden birşeyler beklediklerini sanırken, şimdi, iyi ya da kötü, neyin beklendiğini, ya da bu beklentinin kendisini sürekli olarak korkulu bir sıkıntı içine sokan gerekçesini ansımıyor.

Artık kendi kendine, dünyanın ona neler hazırlamakta olduğu sorusunu sormadığı için, Bay Palomar'ın şimdi bir rahatlama duygusu duyması ve ayrıca artık kendisiyle ilgilenmeyecek olan dünyanın rahatlamasını da farketmesi gerekiyor. Ama işte bu dinginliğin tadına varma beklentisi, Bay Palomar'ı sıkıntıya sokmaya yetiyor. Kısacası, ölü olmak, sanıldığı kadar kolay değil. Her şeyden önce, ölü olmakla, burada olmamayı birbirine karıştırmamak gerekiyor; burada olmamak, doğumdan önceki sınırsız zaman bölümünü kapsadığı gibi, ölümü izleyecek yine sınırsız zamanın görünürde karşılığı. Gerçekten de, doğmadan önce, gerçekleşmesi söz konusu olacak ya da olmayacak sonsuz sayıda olasılık arasında bulunuyoruz, oysa bir kez ölünce, ne (artık tümüyle malı olduğumuz ama üzerinde hiçbir etkimizin kalmadığı) geçmişte, ne de (üzerinde etkimiz olsa da, bize yasaklanan) gelecekte gerçekleşebiliyoruz. Bir şeyi ya da bir kişiyi etkileme yeteneği oldum olası sınırlı olduğu için, aslında Bay Palomar'ın durumu daha kolay; dünya pekala onsuz edebilir, o da kendini rahat rahat alışkanlıklarını bile değiştirmeksizin, ölmüş sayabilir. Sorun, yaptığının değişmesinde değil, var oluşunun ve özellikle de dünyaya oranla var oluşunun değişmesinde. Eskiden onun için dünya, dünya artı o demekti; şimdi, o, artı onsuz dünya söz konusu. Onsuz dünya, sıkıntıların sonu anlamına mı gelecek? Olayların, onun varlığından ve tepkilerinden bağımsız olarak, onu ilgilendirmeyen bir yasaya ya da bir gereksinmeye ya da özel bir nedene göre gerçekleştikleri bir dünya? Dalga, su yüzeyine yakın kayalara vuruvor ve kavayı ovuvor, bir başka dalga çıkageliyor, bir başkası, bir başkası daha; o, orada olsa da, olmasa da her şey gerçekleşmeyi sürdürüyor. Ölü olmanın rahatlığı şu olmalı: Var oluşumuz demek olan o kaygı lekesi silindikten sonra, önem taşıyan tek şey, nesnelerin serinkanlı bir dinginlikle güneşin altında yayılmaları, birbirlerini izlemeleri. Her şey dingin ya da dingin olma eğiliminde, kasırgalar, depremler, yanardağ püskürmeleri bile. Ama o da oradayken, dünya zaten böyle değil miydi? Her fırtına, daha sonranın sessizliğini içinde taşırken, bütün dalgaların kıyıya vuracakları ve rüzgarın gücünü yitireceği zamanı hazırlarken? Ölü olmak belki de, sonsuzluğa dek dalga olarak kalacak dalgaların okyanusuna geçmek; öyleyse denizin yatışmasını beklemek boşuna.

Ölülerin bakışı hep biraz küçümseyicidir. Yerler, durumlar, fırsatlar, aşağı yukarı, insanın daha önce bildikleri gibidir, bunları tanımak her zaman belirli bir doyum sağlar, ama aynı zamanda, tutarlı bir mantık gelişmesinin karşılığı olmaları durumunda, oldukları gibi kabul edilebilecek, irili ufaklı bir sürü değişiklik görülür. Ne var ki, bu değişiklikler rastgele ve düzensizdir, bu da rahatsızlık verir, çünkü gerekli olduğu sanılan bir düzeltme yapmaya kalkışılır hep, ama ölü olunduğu için yapılamaz. Bunun sonucunda, önemli olanın kendi geçmiş deneyimi olduğunu ve bunun dışında kalana fazla ağırlık verilmemesi gerektiğini bilen bir kişininkine benzer bir suskunluk, neredeyse bir sıkkınlık durumu takınılır. Çok geçmeden, egemen bir duygu ortaya çıkarak, her düşünceye kendini kabul ettirir: Bütün sorunların başkalarının sorunları, onların işleri olduğunu bilmenin rahatlatıcılığıdır bu. Artık hiçbir şey düşünmedikleri için, hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin ölüleri ilgilendirmemesi gerekir; ahlaka aykırı gibi gelse de, ölüler bu sorumsuzlukta bulurlar neşelerini.

Bay Palomar'ın ruhsal durumu, burada anlatılanlara ne kadar yaklaşırsa, ölü olmak düşüncesi ona o denli doğal geliyor. Gerçi, henüz ölülere özgü olduğunu sandığı soylu ilgisizliği, ne her türlü açıklamanın ötesine varan bir gerekçeyi, ne de kendi sınırlarının, başka boyutlara açılan bir tünelinkine benzer ağzını bulabilmiş değil. Zaman zaman, bütün yaşamı boyunca, başkalarının yaptıkları her işte yanıldıklarını gördüğünde, onların yerinde olsaydı, kendisinin de daha az yanılmayacağını, ama bunun farkına varacağını düşündüğünde, hep kendisine eşlik etmiş olan sabırsızlıktan kurtulmuş olduğu yanılsamasına düşüyor. Oysa hiç de kurtulmuş değil; anlıyor ki, kendisinin ve başkalarının yanlışlarına karşı hoşgörüsüzlük, hiçbir ölümün silemeyeceği yanlışların kendileriyle birlikte yinelenecek. Öyleyse, en iyisi buna alışmak: Ölü olmak, Palomar için, artık değiştirmeyi umamayacağı kesin bir durumdaki kendisine eşit olma düşkırıklığına alışmak demek.

Palomar, tehlikelerin hep çok fazla oldukları, yararların ise kısa süreli olabildikleri gelecek yönünde değil de, öz geçmişin biçimini düzeltmek yönünde, dirinin durumunun, ölününküne oranla üstünlüğünü küçümsemiyor. (Meğer ki, insan kendi geçmişinden tümüyle hoşnut olsun; böyle bir durum ele alınmaya değecek ilginçlikte değildir.) Bir insanın yaşamı bir olaylar bütününden oluşur ve bunların sonuncusu bütünün tümünün yönünü değiştirebilir hala, öncekilerden daha önemli olduğu için değil, ama bir kez bir yaşama katılınca, olaylar tarih sırasına göre dizilmeyip, bir iç mimariye karşılık verdikleri için. Sözgelimi, insan olgunluk çağında kendisi için önemli bir kitap okuyup, "Bunu okumadan, nasıl yaşayabilirdim," ya da "Gençliğimde okumamış olmam, ne yazık," diyebilir, işte bu söylenenlerin fazla bir anlamı yoktur, özellikle de ikincinin, çünkü o kitabı okuduğu andan başlayarak, o kişinin yaşamı, o kitabı okumuş bir kişinin yaşamı olur ve kitabı erken ya da geç okumuş olmak bir önem taşımaz, çünkü okumadan önceki yaşam da, şimdi bu okumanın belirlediği bir biçimi almıştır.

Ölü olmayı öğrenmek isteyen biri için en zor adım budur: Öz yaşamının, tümüyle geçmişte, kapalı bir bütün olduğuna, artık hiçbir şey eklenemeyeceğine, ne de çeşitli öğeler arasındaki ilişkilere görünge değişikliği getirilebileceğine inanmak. Kuşkusuz, yaşamayı sürdürenler, yaşadıkları değişikliklere dayanarak, ölülerin yaşamına da değişiklikler getirebilirler, biçimi olmayana ya da bir başka biçimi olduğu izlenimini verene biçim verebilirler: Sözgelimi, yasalara karşı eylemleri nedeniyle kınanmış birinin başkaldırışını haklı bulabilirler, kendini sinir hastalığının ya da taşkınlığın kurbanı sanmış olan birini, ozanlığa, peygamberliğe yükseltebilirler. Ama bu değişiklikler özellikle diriler için önem taşırlar. Ölülerin bunlardan yarar sağlamaları çok zordur. Herkes, yaşadığından ve bunu yaşayış biçiminden oluşmuştur, kimse elinden alamaz bunu. Acı çekerek yaşamış olan biri, acısından oluşmuş olarak kalır; acısını almaya kalkışacak olurlarsa, artık o olmaz.

Bu nedenle Palomar, olduğu gibi kalma cezasına katlanamayan, ama ağırlık da etse, hiçbir şeyinden vazgeçmeye razı olmayan, hırçın bir ölü olmaya hazırlanıyor. Kuşkusuz, benliğin hiç olmazsa bir bölümünün gelecekte yaşamasını sürdürmesini sağlayan düzenekler de dikkate alınabilirler; bunlar özellikle iki takımda sınıflandırılabilirler: Benliğin kalıtımsal mal varlığı adını taşıyan bölümünü ardıllarına aktarmayı sağlayan biyolojik düzenekle, yaşamayı sürdürenin belleğine ve diline, en donanımsız bir insanın bile derlediği ve biriktirdiği o az ya da çok deneyimi aktarmayı sağlayan tarihsel düzenek. Kuşakların birbirlerini izlemeleri, yüzlerce, binlerce yıl boyunca yaşamayı sürdüren tek bir kişinin yaşamının evreleri olarak ele alınacak olursa, bu düzenekler tek bir bütün de sayılabilirler: Ama böylelikle, bireysel ölüm sorunu, insan soyunun, ne kadar geç gerçekleşirse gerçekleşsin, tükenmesine ertelenmiş olur.

Palomar kendi ölümünü düşünürken, daha şimdiden, insan türünün ya da türevlerinin ya da mirasçılarının son yaşayanlarının ölümünü de düşünüyor: Yakılıp, yıkılmış ve ıssız yerküreye, bir başka gezegenden gelen araştırmacılar ayak basıyorlar, piramitlerin hiyerogliflerinde ve elektronik bilgisayarların delikli fişlerinde saptadıkları izleri çözüyorlar; insan türünün belleği bu küllerden yeniden doğuyor ve evrenin oturulan bölgelerine doğru savruluyor. Böylece erteleye erteleye, yaşam betleğinin son somut dayanağı bir ısı dalgası düzeyine indiğinde, ya da atomlarım devinimsiz bir düzenin donmasında billurlaştırdığında, zamanın kendisinin de eskiyip, söneceği ana geliniyor.

"Eğer zaman tükenecekse, anı anına anlatılabilir bu -diye düşünüyor Palomar- ve her an, anlatılınca, öylesine genleşiyor ki, sonu görülmez oluyor." Yaşamının her anını anlatmaya koyulmaya ve hepsini anlatmadıkça da ölü olmayı düşünmemeye karar veriyor. O anda, ölüyor.

Not: Palomar kitabından alıntıdır.

Hiç yorum yok: