------------------------------- Sitemizde lütfen yorum atarken ahlaki kuralları göz önünde bulundurarak yorum atalım... ----------------------------------- Sitemize kayıt olmanıza gerek yoktur... ---------------------------------- Yeni yazarlar aranmaktadır... ------------------------------- Sitemiz artık Googlede... ---------------------------- turkleroyun@hotmail.com' dan bana ulaşın..

27 Eylül 2011 Salı

Bu körlük başka körlük

“Sizin hiç babanız öldü mü “ diye sorar o meşhur şiirinde şair. Ve ekler “kör oldum” diye peşinden.

Baba körü olmaktı herhalde kastettiği şey.

Bilmiyorum. Bilemiyorum bu nasıl bir körlük.

Benim babam hiç ölmedi ama defalarca ölümün kıyısından döndü.

Geçen perşembe anjiyo oldu. Bu Perşembe de kalbine pil takılacak.

Anjiyodan sonra rutin işlerine koyuldu . Namazlarını kıldı, kitaplarını okudu, televizyonda dizilerini izledi, gazetede bulmacalarını çözdü, işçisine yapılacak işlerin talimatlarını verdi…

Cevizin dibine indi. Sirkelenip toplandıktan sonra tek- tük yerde kalan cevizleri bir poşette biriktirdi. Sonra çatıya çıktı. Soyulacak cevizleri soydu. Doktorun ameliyat gününe kadar kalp ritmini bozar endişesi ile bu sabah hastaneye yatması teklifine aldırmadı.

Kendi hayatını mümkün olduğunca kendi yönetmeye devam etti . Hiç ölmeyecekmiş gibi rutin işlerini ve ibadetlerini hiç aksatmadı.

Bizim onu sessiz takibe almamıza da hiç aldırış etmedi.

Annem kalp hastası hayat arkadaşına verilebilecek en iyi desteği verdi. Doktor kontrolleri, ilaç takipleri, günlük hayatın temposu vs. vs. hep annemden soruldu.

Bir perşembeden sağ salim kurtulduk şimdi önümüzde bir Perşembe daha var. Bu daha zorlu bir Perşembe olacak gibi görünüyor.

Ve ben Cemal Süreyya ve bütün çocuklar gibi babamın hiç ölmemesini istiyorum..

Kör olmak istemiyorum.

.....................

Sizin de hastalarınız olabilir. Anneniz, babanız, kardeşiniz, evladınız, arkadaşınız, dostunuz... Sevginin ölümle imtihanını iliklerinize kadar yaşıyor olabilirsiniz. Allah c.c herkesin yardımcısı olsun. Şafi ismi ile muamele etsin biz aciz kullarına.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

AMA BEN BÜYÜMEDİM ANNE..!!

AMA BEN BÜYÜMEDİM ANNE..!!

Sessizliğe bir çalımda benden
kırılsın yalnızlıklar.!

BEN BÜYÜMEDİM ANNE......!!!!!!
Aşk gelmişte, bağdaş kurmuş yüreğimin kıyısına,çökmüş tüm hüzünler tüm mavilerime, pembelerse eski kitaplarda, ucu kıvrılmış bir sayfa.


Anne ellerinin kokusuyla büyüdüm de bir gül olamadım ben anne..!
Aşk hep benden kopardı, tüm güzel çiçekleri, bir tek kalan dikenlerdi onlarda seni kanatmasınlar anne..!!!!!!!!
Geceleri odama gelirdin beni öpmeye, inan bana nasıl yaklaştığını görmek için uykumu durdururdum, annem gelecek kapanma gözlerim derdim.
Sen giderdin ama kokun kalırdı üzerimde anne ,oda var ya ,ısıtırdı soğuk gecelerde girerdi ruhuma, usul usul,en kabus rüyalarımda bile tutardı ellerimden.

Ah anne biliyor musun …?küçükken bir aşktın bizim için ulaşılmaz bir sevgiliydin.
Sen çalıştığın için hep üzülürdüm ben, hafta sonları bizimle olman için tüm işleri bitirmek isterdim.
Senin yerine yorulmak bile aşktı benim için, sandalyenin üzerine çıkar tüm bulaşıkları küçücük ellerimle yıkardım,avuçlarım küçüktü ama gönlüm büyüktü anne..!!!!!

En büyük hayalim neydi o yaşımda biliyor musun..?otomatik çamaşır makinası ..senin için onun hayalini kurardım.. evet merdaneli tam neredeyse bir gününü alırdı anne.!!!

Hem o zaman bizi kim severdi, en sevdiğimiz kekleri kim yapardı bize... keki her yapışında
hissederdi ellerin beni, kekin hep dibi artardı benim içinde.!.


Bu nasıl bir mutluluktu böyle... şimdi ne oldu da şekil değiştirdi mutluluk.


Acıyla ilk ne zaman tanıştım düşünüyorum.. evet ilk kez 5 ,6 yaşlarındaydım sanırım ve sol avucumun üzerine düşmüştüm ve düştüğüm yerde cam kırıkları vardı.... ağlarken bile hatta dikiş atılırken dahi ,özür diliyordum.

Bir daha koşmayacağım söz diyordum......avuçlarımda ki dikiş halen belli,ama yüreğimdeki dikişler hiç bitmiyor be anne.!!!!!!!!

Sen bana hep büyü diyorsun, ama ben daha büyümedim ki anne..!!


Anılara kaçış, özellikle de çocukluğa kaçış başlıyor bende, yaşamdan her yediğim yumrukta, giriyorum çocukluk anılarıma serinleyip de, çıkıyorum .


Anne ilk okulu hatırlıyorum, beslenme çantamı ya ne kadarda sade olurdu öyle, biliyorum sen çalışıyordun ama anne hep peynir ekmek olurdu ama..!
Bense hep arkadaşım Nilgün ’ün kahvaltısını kıskanırdım, ona annesi patates kızartıp ekmeğinin arasına koyardı, nasılda canım çekerdi anne..!

Ama sen mendillerimi çok güzel ütülerdin, hatırlıyorum öğretmen ellerinizi ve mendillerinizi hadi sıraya koyun çocuklar dediğinde gururla yapardım bu işleri.
Ama anne biliyor musun küçükken kız kardeşim ve ben size çok kızardık içimizden,saçlarımızı hep erkek gibi keserdiniz siz çalışıyorsunuz diye, bizim hayallerimizi düşünmezdiniz ama.


O yüzden küçükken kimse beni beğenmezdi biliyor musun,yakalamaçlar da bile kimse beni yakalamazdı, tüm erkekler güzel saçlıları kovalardı anne..!

Şimdi büyüdüm ya, derdimse yakalanmak oldu , evet kimse beni yakalamasın istiyorum anne..!!!


KALBİM YORGUN BENİM,gelecekse aşk gelsin otursun gönlümün sarayına, diğerleri geçemesinler surlarımı.


Anne ben bir türlü senin istediğin şekillerde büyüyemiyorum çünkü ben duygusalım, ne yapabilirim ki,gözyaşı hep geliyor bana bende hep misafir ediyorum onu.

Sevmekten vazgeçmiyor gönlüm, insanları, yaşlıları ve çocukları doyasıya seviyor ve gülümsüyorum anne.!

Ama haksızlıklarda öyle mi ya..! vahşi bir at oluyor ruhum bir türlü sakin savaşamıyorum ben anne biliyorum büyü artık diyorsun sen zor anne zor büyümek haksızlıkları görünce sakin kalmaksa o yok bende. Hiçte olmayacak anne..!

Yalan ve politiklik yok benim hamurumda,hem bende halen o sarı buğdaylar güneşle beraber tekrar tekrar açıyorlar ve sevgi üflüyorlar bana anne..!


Bazen sana bakıyorum ne yapıyorsun biliyor musun..?içindeki duyguları ya da benim içimde kileri görmezden geliyorsun, duygular tamda sana gelirken sen hiç görmemiş gibi yapıp yürüyorsun.

İşte ben henüz bunu yapamıyorum anne,! yaşam beni katılıktan yana büyütemedi..!

Özlem bende bir kasırga olmuş , önüne ne çıkarsa yutuyor ve ta...içlerine savuruyor duygularımı dahada büyütüyor anne..!!!!!!!


maviler ve yeşiller gölgelere karıştıkça,dimağım yanıyor anne..!
sessizlik pusu kurmuşta az ilerime ,gözlerim izinsizce ağlıyor anne..!
tenim sevgisizlik denizinden yapayalnız çıkıyor da,umutlarım ağlıyor be anne..!
biliyor musun aşk bende son harmanını bekliyor da, gel de yardım et be anne..!
zaten tüm sevgiler yalancı bir bahara gebe olmuşta,ben nasıl güleyim anne..!



Bir belki var şimdi küçük bir tohumdu önce, idam edilmiş sevdaların üzerine gelip de,çadır kurdu.
Büyüdü büyüdü be anne...,işte belki bende bürüm anne..!!!!!!
Aşk artık çiçek açtı bende, umarım solmaz anne..!!!
Hatice Nilüfer KarataşBu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

SEVDAN BENDE EMANET

E y sevgili sevdan bana emanet....Git gidebildiğin mekanlar senin olsun....Nerede mutlu olacaksan huzuru nerede yakalayacaksan....Arkandan su dökmek bana nasip olması bir lütüftur.

Dua ile açılacak ellerim kuşkun olmasın ve dualarım kabul olana dek yani sen mutlu olana dek sürecek bu halim.

Ey sevgili varlığınla bana verdiğin mutluluğu yaşadıkça dualarım hep seninle oldu. Daha ne isterdim ki senden.Varlığın bile yetti be güzelim...

Sen benden ne isterdin sormaya hiç cesaretim olmadığından mıdır bilemiyorum bu yollara düşüşüm.Bu mektubumu hiç okumayacağını bilsemde bir yol benim için bunları yazmak...

Sevdan bende emanet bilesin Kapım her zaman açık olacak sana ve geldiğinde ardına kadar açık olan kapımdan girmen için bekleyeceğim o kapının ardında.

BAHTIN AÇIK , KISMETİN BOL GÖNLÜN HOŞ, YOLUN AÇIK OLSUN......Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

KALP/ler içindeKi vicDaN

KALP/ler içindeKi vicDaN

Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...
İçinizdeki mürşidi bulun..ve...O/na uyun..!!

Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve Ebedi Zattan başkasına razı olmaz.Ondan başkasına itahat edemiyor.O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır.O Sultana itahat et ve huzur bul/kurtul.

İçimizdeki çetin mürşid: Vicdan!
İçimizdeki çetin mürşid: Vicdan!

İçimizdeki latifelerimizin sultanı olan ve Allah’tan başkasına razı olmayan mürşidimiz, vicdan/ımızdır.
Bize rehber olur, yol gösterir, bizi sorgular, bizi yargılar, bizi denetler, bizi ölüm gelmeden önce ölüme hazırlar, mahşere gitmeden önce mahşere hazırlar. Sorgusu, suali, yargılaması çetindir. Hele bir yanlış yapmayalım; bize koca dünyayı dar eder, geniş alemi başımıza yıkar.
Ruhumuzu sessizce dinlediğimizde bu latife/yi (kalp sesi) sezmekte zorlanmayız.
Doğru yaptığımızı zannettiğimiz nice yanlışları onun sesiyle farkederiz.Halk nazarında doğru yaptı denilmiş olsa bile,eğerki yanlış bir eylem ise hareketimiz,onun eziyetinden,sorgusundan,verdiği acıdan kacamayız.Kemirgen özelliğe sahiptir bu lataife.

İnsanoğlu olarak biz ne kadar dalalet içinde olursak olalım, içimizdeki “vicdan” dediğimiz “öz” Hakk’a doğrudur.Yalan söylemeyen doğrucu "vicdan" imanın asıl delilidir.

Akıl gaflete girip Allah’ı unutsa dahi, vicdan Yaratıcısını unutmaz. Daima O’nu görür, O’nu düşünür, O’na yönelir. İlham vicdanı daima aydınlatır; meyil, arzu, iştiyak ve aşk-ı İlAhi vicdanı daima Allah’ı bilmeye ve bulmaya sevk eder.
Ademoğlunun akıl gözü kapalı dahi olsa,kalp gözü ,vicdan/ının gözü hep acıktır.

Allah’ın varlığını bütün delilleriyle ilan edenin kalp ile vicdan olduğunu biliyormusunuz ?

Kalb, hayatın zorlu yüklerinin altında ezildikçe, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder ve derhal bir istinat noktası arar. Keza kalp bitip tükenmeyen emellerini gerçekleştirmek için çareler ararken, bir istimdat noktasından medet ister. Bu noktalar ise, iman ile elde edilir. Öyleyse kalbin işitme ve görme gibi zahirİ duygulara göre öncelik hakkı vardır.
KALP ;sol göğsümüzde çam kozalağı gibi duran et parçası değildir.Kalp bir latayı-f- hakikatler noktasında voltajı yüksek ampul’dür.Hissiyat yönü hep vicdan’a akar.
inancları ruh/da ses bulur.
Vicdanın da içinde bulunduğu kalbin insan maneviyatına yaptığı hizmet, et parçasından ibaret olan maddi kalbin cisme yaptığı hizmet gibidir.
Nasılki; etparcasından ibaret olan kalp,bütün bedene hayat kaynağını neşreden,hayat mahkemesi görevindedir,maddi hayat onun atması işlevsel çalışma sürecini aksatmaması ile mümkündür.Sekteye uğradığında,hayatda sektelemeye,teklemeye başlar.

Aynen bunun gibi ;

içine vicdanın taht kurup oturduğu manevi kalp de, amellerin, emellerin ve maneviyatın bütününü hakiki bir hayat nuru ile canlandırır ve ışıklandırır. Kalpten iman nurunun sönmesiyle ise, kalbin mahiyeti hareketsiz bir ölü gibi cansız bir heykelden ibaret kalır.

KALP VİCDAN/a ev sahibi,
KALP ise ruh/a umman-ı derya;
derya deniz/in sonsuzluğu olan OKYANUS gibidir...

saygılarımLa...£deb-i

Miskin Tekelci Bakkaliyesi

Miskin Tekelci Bakkaliyesi

Yaz çok çabuk geçmiş ve bozarmış bir portreye dönmeye başlamıştı Istanbul; yağmurlu ve soğuk günler melankoliye davet ediyor, kediler marta yaklaşmanın çaresiz sevincine kapılıyor, Kadıköye giden motorlar daha çok doluyor, belediye işçisi sabaha biraz daha nefretle uyanıyor, Beyoğlu geceleri daha içerilere kaçıyor ve ekrana yeni yeni diziler damlıyordu.

Akşamüstü sefaları ya Adalar dönüşü bir sevişmeyle veyahut bir miskin tekelci bakkaliyesinden alınmış maltla katıyordu sesini mavi gözlü gri şehrin boza tadında şarkılarına. Lanet Iranlı kemanın tellerinde hüznün coğrafyasını yeniden çiziyor, ardı sıra duman duman tümce dizen banliyö treni bilmem kaçıncı kez kanıyordu Cankurtaran dönemecinin şuh kirpiklerine.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

ŞİİR MEDENİYETİ

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitemizin öğrenci derneği bir zamanlar Ayna isimli bir dergi çıkarıyordu. Elde ettiklerimi de okuyordum. Aralarında bugün öğretmen olarak görev yapan genç meslektaşlarımızın el emeği göz nurlarının ürünü olan bu dergimizin 7. sayısının 19.sayfasından bir not almışım. Muhterem Nurullah Genç beyefendi den bir tespit “batı medeniyeti daha ziyade aklı, doğu medeniyeti de daha ziyade kalbi öne çıkardığı için; batının bir kitapta anlattığı konuyu doğu iki beyitte anlatabilmektedir.” Şiir için darası alınmış söz olarak da bir benzetme yapılmıştır. Sevilen bir kişiye sevginin ifade edilmesinde en anlamlı ifadeler şiir diliyle anlatılanlardır. İşte bu güzel şiirler ki, en güzel diye nitelendirilen ve sürekli mırıldandığımız şarkı melodilerine de bir anlam kazandırmaktadır.
Bizim ecdadımız şair ruhlu insanlardır. İster köyde bir ümmi insan, isterse de konusunun uzmanı bir âlim ya da âmir olsun bu durum pek değişmiyor. Bazı padişahlarımızın mutlaka bir sanatı olduğu gibi bazıları da şair özellikleri de oldukları hepimizin malumudur. Mesela rahmetli Kanuni Sultan Süleyman bahçedeki armut ağacının dallarına zarar veren karıncalarla ilgili olarak;
Dırhta ger ziyan etse karınca,
Zararı var mıdır ânı kırınca.
diyerek o günün şeyhülislam makamında bulunan rahmetli Ebussud Efendi’den fetva istemiştir. Bu fetva talep beytini okuyan Ebussud Efendi de cevaben,
Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.
diyerek fetvasını yine beyit olarak vermiştir(*). Böylelikle makamlar arasındaki fetva talebi ve talep üzerine verilen cevabi fetva da bir estetik düşünce ürünü olan şiir ile yerine getirilmiştir.
Bir başka örnek de rahmetli Yavuz Sultan Selim’e atfedilen bir şiirdir ki ben ona şah dörtlük diyorum. Normalde şiir yatay olarak soldan sağa okunur ve birinci satır bitince alt satıra geçilir ve aynı şekilde okunur. Ama bu şah dörtlükte birinci satırdaki virgüle kadar okunup alt satıra geçilerek okunur ve dördüncü satıra kadar okunup virgülden sonraki kısımlar da aynı şekilde okunduğunda da aynı şiiri okursunuz. Yani hem yan yana hem de alt alta okunduğunda da şiir aynı kelime ve satırlardan meydana geliyor.

Sanma şâhım, herkesi sen sâdıkâne yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
Sâdıkâne belki ol hem de bin serdâr olur
Yâr olur, ağyâr olur, serdâr olur, dildâr olur.

Bir gurbet ilinde, ana-yar-sıla-evlat gibi hayatta çok değer verdiklerimize hasret kaldığımızdan dolayı duygulandığımız zamanlarda gözyaşlarımızın göz pınarlarımızda tutunamayıp yanaklarımıza akmasına sebep olan sözler de yine ozanlarımızın gönüllerinden dillerine bağlamanın nağmeleriyle dökülen şiirlerdir.
Hangi dinden olursa olsun bütün sanatkârlar, genelde mabetlerdeki eserleriyle
sanatlarının zirvesine çıkmışlardır. Bu genelleme bütün sanatlarda olduğu gibi ilahi formunda yazılmış şiirler ve bu şiirlerin bestelenmesinde oluşturulan melodilerde de aynıdır diyebiliriz. Bir Hac kafilesini uğurlama töreninde okunan sadece iki dörtlüğünün,

Yağan nur-u Hüda’ya Tekbir alan ihvana
Merve ile safa’ya Kesilen her kurbana
Muhammed Mustafa’ya Bütün ehl-i İslâm’a
Bizden selam götürün. Bizden selam götürün.
şeklinde olan bir kasideyi makamıyla okuyan bir mevlithandan dinleyince nasıl dayanabiliriz?..
Sevdiğimiz bir kişinin ölümünün yedinci, kırkıncı günü veya yıldönümünde okunan bir mevlitte makamıyla bir hoca efendinin yanık sesinden yine sadece iki dörtlüğünü aldığım,

Toprağa gark olmuş nazik tenleri, Yunus derki, gör takdirin işleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri, Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Gelin duadan unutmayın bunları, Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler. Ne söylerler ne bir haber verirler.

Kasidesini dinleyince neler hissederiz bir düşünün.
Tabii örnekleri çoğaltabiliriz. Günümüzde de çok sayıda edebiyat dergileri, gazetelerin edebiyet/sanat sayfaları ve yine bu konuda katılımcısı olan şiir ve edebiyat siteleri mevcuttur. Genç yaşlı ayırt etmeden gönüllerinden kopan şiirlerini sevdikleri tarzda yazıp önce bu yayın organlarında okuyucularıyla paylaşmaktadırlar. Tabii daha sonraları da şiirlerinin bir kitap hacmine ulaşanlar, arz talep durumuna göre kitap haline getirip okuyucuların beğenisine sunmaktadırlar. Yine kültür sanat programlarına yer veren radyo ve televizyon kanalları da şiir programları yayınlamaktadırlar. Şükürler olsun ki, artık güzel sanatların her türlüsü ile kültür, edebiyat ve şiir seven belediyeler ile özle sektör yöneticileri çoğaldığı için, okuyucu kitlesi fazla olan şairlerimizin davet edildiği ve canlı olarak şiirlerin bizzat şairleri tarafından dinleyicilerine aktardıkları şiir şölenleri(yeni deyimle dinletiler) düzenlenmektedir.
Kültürler bir milletin millet olarak nitelendirilmesinde ana unsurlardan biridir. Yazılı edebiyatımız gelişmeden önce sözlü olarak, daha sonra yazılı ve şimdi de sanal ortamda nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Bilindiği üzere harf inkılâbından sonra yeni neslin okuyamadığı için ancak bir kâğıt parçası olarak niteleyebileceği ve kütüphanelerin tozlu raflarında yerlerini alıp okuyucu bekleyen paha biçilmez eserler ise üniversitelerimizin Türk dili ve edebiyatı, tarih ve ilahiyat fakültelerindeki saygı değer hocalarımızın gayretleriyle günümüz Türkçesine çevrilerek bizlerin ve yeni nesillerin bilgilerine sunulmaktadır. Bu çalışmalarda sivil toplum kuruluşlarının da önemli rollerinin olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
Hayatınızın şiir kadar güzel ve duygulu olmasını diliyor, gönül dolusu selamlar sunuyorum.

Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

"cemâziyelevvelini bilmek"



cemaziyülevvelin halk arasındaki kullanımıdır. bir kişinin geçmişiyle ilgili olumsuzluklarını anlatmak anlamını içerir. ve şöyle kullanılır: biz onun cemâziyelevvelini biliriz gibi.
bir de hikayesi vardır...
osmanlılarda arşivciliğe büyük önem verilir ve devlete ait her belge titizlikle saklanırdı. şimdiki gibi dosyalama düzeninin olmadığı o dönemde devlet dairelerinde bu iş için çuvallar kullanır ve her aya ait biriken belgeler bir torbaya doldurarak korunurdu.
arşive kaldırılan belgelerin birbirine karışmamasının ve arandığı zaman kolay bulunabilmesinin sağlanması için torbaların üzerine iri yazı ile ait olduğu ayın adı yazılır, bundan sonra torbalar mahzene indirilip, orada sıraya konulurdu.

yıllardan birinde cemâziyelevve ayına ait belgelerin bir sandığa konulup, sandığın kapağı mühürlenerek belgelerin başka bir yere götürülmesi gerekmişti.

arşivde görevli dar gelirli bir memur, istenilen belgeyi sandığa boşalttıktan sonra boş torbayı alıp evine götürmüş. bir süre sonra da yoksulluk nedeniyle bu torbadan kendine bir iç çamaşırı diktirmiş, onu giymeye başlamış.

torbanın üzerindeki saf bezir işi mürekkep, çamaşırın birkaç kez yıkanmasına karşın çıkmamış ve torbanın üzerindeki cemâziyelevvel yazısı, iç çamaşırın arka bölümünde olduğu gibi kalmış.
bir gün işyerindeki öteki memur arkadaşları, onun iç çamaşırının arka bölümündeki bu cemâziyelevvel yazısını görmüşler ve kendi aralarında gülüşmeye başlamışlar.
bu dar gelirli memur, ilerideki yıllarda daha yüksek okullarda okumuş ve işinde daha yüksek makamlara yükselmiş. artık kadife astarlı samur kürkler, mücevher işlemeli kaftanlar giyer olmuş.
eski arkadaşları kendisine gıptayla bakmaya ve hatta onu zaman zaman da kıskanmaya başlamışlar.
bir gün onun başarılarından söz edilirken, onu kıskanan eski arkadaşlarından biri hemen söze karışmış ve "siz onun bugünkü durumuna bakmayın" demiş. "biz onun cemâziyelevvelini biliriz."
"cemâziyelevvelini bilmek" sözü o günden sonra, herhangi bir kişinin geçmişteki bir kusurunun unutulmadığını "üstü kapalı bir biçimde" anlatmak için kullanılmaya başlanmış.
( Alıntı )

Vaktin birinde bu paylaşımı bir aile büyüğümden dinlemiştim bu gün bir arkadaşımın paylaşımları arsında görünce sizlerle paylaşmak istedim, sevgiler...

Birsevdamasalı Sevda Konal ŞenkaşlıBu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

26 Eylül 2011 Pazartesi

HUZUR (AHMET HAMDİ TANPINAR) ROMAN ÖZETİ

1.KİTABIN KONUSU:
Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkının öyküsü.
2.KİTAP ÖZETİ:
  İnterneti daha hızlı dolaşın. Google Araç Çubuğuyla birlikte Firefox’u da alın
Mümtaz ve Suat’ın Nuran’a olan aşklarıdır öykünün merkezi. Mümtaz ve Nuran birbirini sevmekte ve evlenmeyi tasarlamaktadırlar. Ümitsizliğe düşen Suat ise kendini asarak intihar eder. Bu trajedi nedeni ile Nuran’dan ayrılan Mümtaz’ın iç dünyası yıkılmıştır. Radyoda II.Dünya savaşının başladığı haberi verildiği sırada, Suat’ın hayalini gören Mümtaz merdiven başına yıkılır (bazı edebiyat incelemecileri, sonda Mümtaz’ın öldüğü biçiminde yorumlar yapmış olsalar da, Tanpınar’ın metninde ölüm telaffuz edilmiyor).
Mümtaz, Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkanlarda, bit pazarında, Çekmece’de balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaştırırken, İstanbul’un bir kronikçisi, İstanbul’da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir tasvircisi oluyor romanda. Huzur’un sonraki bölümlerinde Boğaz’a, zengin bir eve, sanki başka bir dünyaya geçiyoruz. Pırıl pırıl görünen modern semtte önceleri çok mutlu olan Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlardan kaynaklanan olayların sonucunda yıkılır. Geçilmemesi gereken bir sınırı çiğnemiştir o!
Her yeni tecrübe gibi şahsîdir, her yeni tecrübe gibi ilktir. Mümtaz, bindiği bir Ada vapurunda Nuran’a rastlamış ve “Tehlikeli denecek derecede zengin, her ihtimale gebe, her mânasında velûd bir kadınlık hayatı(nın), bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek erkeğin yokluğundan yarı hülyâ, yarı verimsizliğin bütün sebeplerini kendisinde gören bir aşağılık duygusu içinde akıp gittiğini” farketmiştir. Bu tesbitin arkası kendiliğinden gelecek ve zalim bir çocukluğun ara sokaklarından geçerek kendisini İhsan’ın kollarına atan Mümtaz, fikrî zeminini sağlamlaştırmış bir insan olarak duygusal arka planını inşa etmeye soyunacaktır: “O madem ki artık benim için herşeydir, o halde bütün kâinatımla ona taşınmalıyım.” der.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Her aşkın bir ızdırap ve çilesi bazen insana mutluluk bazen de mutsuzluk verir.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Dört bölümden oluşan kitabın her bölümü, öykünün dört kahramanının, İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz’ın adlarıyla verilir. Ancak, romanın ana karakteri Mümtaz’dır. Yazar, diğer üç
karakteri de Mümtaz’la olan ilişkileri çerçevesinde tanıtır bize. Birinci dönem Türk romanında mekan Doğu-Batı değerlerini temsil etmek bakımından bir anlam taşıyor ve kent ikiye ayrılıyordu. İstanbul tarafının mahalleleri Osmanlı-İslam geleneklerinin, göreneklerinin değerlerinin yaşadığı semtlerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin Batılılaşmış öteki yarısıydı. Oturulan mekan olarak konak ve apartman Doğu-Batı karşıtlığının simgesiydi. İlk dönem yazarları arasında, Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu, İstanbul’un farklı semtlerini karşı karşı getirerek işlemektedir.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap okuyucuyu aşırı şekilde etkilememekte ve okurken insanı çok sıkmakta,bunalmaktadır.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 İstanbul doğumlu. Babasının işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Andolu’nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitmini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümününden 1923′de mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde proesörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olduktan sonra yeniden eğitim hizmetine döndü, 1949 yılında İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, çok sayıda şiir, hikaye, roman ve deneme yazmıştı.
1949 tarihinde basılan “Huzur”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en tanınmış romanıdır.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

HIÇKIRIK (KERİME NADİR) KİTAP ÖZETİ

1.KİTABIN KONUSU: Yedi yaşında öksüz kalan bir çocuğun evlatlık olarak alındığı evin tek çocuğuna karşı duyduğu büyük aşkı.
2.KİTAP ÖZETİ:
 Binbaşı Kenan Eskişehir’de görev yapmaktadır ve rahatsızlığı nedeniyle üç ay izin alıp İstanbul’a gelmiştir. Onun için İstanbul’un ve özellikle çocukluğunun geçtiği Çamlıca’nın önemi büyüktür. Her gün genç yaşta kaybettiği sevgilisinin mezarına gitmektedir. Günlerden bir gün, emeklilik yıllarını evinde sakin bir şekilde geçiren eski askerin dikkatini, bahçesinin önünden her sabah elinde bir tutam leylak, yanında kendisinden oldukça genç,uzun boylu bir hanımla geçen, otuz otuzbeş yaşlarında, uzun boylu, sarışın, üniformasının içerisinde endamla duran bir binbaşı çekmektedir. Genelde yanındaki hanımla pek konuşmayan binbaşıyı, onun kardeşi olduğunu düşünmektedir. Bu düşüncesini aralarındaki yaş farkı ve resmi ilişki de desteklemektedir. Bir sabah yine binbaşının geçtiğini gören emekli yarbay, o gün yalnız olmasını da fırsat bilerek, O’nun sırrını çözmeye karar verir ve onu takibe koyulur. Hemen arkasından yürümesine rağmen binbaşı O’nu farketmemektedir. Binbaşı onu Karacaahmet Mezarlığı’na götürür. Etrafı demir parmaklıklarla çevrili mezara girip, mezarın üzerinde duran leylakları tazelemesini izler. Yavaş yavaş olayı çözmektedir ancak bu seferde bu mezarın içinde yatanın kim olduğunu merak etmeye başlar. Dizleri üzerine çöküp, avuçlarıyla toprağı yoğuran, gözyaşlarıyla sulayan binbaşıya dokunabilecek kadar yaklaşır. Samimi bir arkadaşıymış gibi ellerini kederli binbaşını omuzlarına koyar. Binbaşı aniden elektrik çarpmışa döner ve kafasını yaşlı askere doğru çevirir. Yaşlı adam O’na bir dost olduğunu ifade etmesine rağmen, kim olduğunu bilmediği bu adama şaşkın şaşkın bakmaya devam eder. Ancak bu emekli yarbay, samimiyetine inandırmayı başarır ve el sıkışıp evin yolunu beraber tutarlar. Binbaşıyı evine davet eder ancak binbaşı daha sonra eşi ile birlikte geleceğini söyler ve dediğinide yapar. Zamanla dostlukları ilerler. Birgün Binbaşı Kenan bu yaşlı dostunu evine davet eder ve altı aylık çocuğundan bahseder. Bunu duyan yaşlı adam çok şaşırır. Bu şaşkınlığı kızı diye düşündüğü kişinin eşi, mezarını hergün ziyaret ettiği kişininde çocukluğundan beri sevdiği kişi olduğunu öğrenince, O’nun hayatının gizemine karşı olan merakı büsbütün artar. O’na haytını anlatmasını ister.  Binbaşı Kenan ise bir hafta sonra dört aylık izninin bittiğini ve gitmeden önce herşeyi ama herşeyi öğreneceğini söyler. Ertesi hafta dostunu uğurlamaya gider. Binbaşı Kenan dostuna bir paket vererek içinde hayatının sırrının yazdığını ve neden hayatına tek kelime ile “hıçkırık” dediğini anlattığını söyler ve trene biner. Yaşlı adam heyecan içerisinde evine döner ve paketi açar. Paketin içinden bir hatıra defteri ile, üzerinde bir gün öncesinin tarihi yazılmış olan bir mektup bulur. Mektubun içinde, şu an çok bahtiyar olduğu ve O’nun için üzülmemesi yazılıdır. Emekli yarbay sabaha kadar hatıra defterini büyük bir heyecan içinde okur…
         Binbaşı Kenan’ın hatıra defterinde şunlar anlatılmaktadır:
         Annesi öldüğünde henüz yedi yaşında bir çocuktur. Babası Susamzade Safi Bey varlıklı bir tüccardır. Annesinin hayatta olduğu dönemde araları çok iyi olan babasından, zamanla uzakalaşmaya başlar. Birgün babası evlenmek istediğini küçük Kenan’a açar. Kenan bunu istemese de kabul etmek zorunda kalır. Yeni annesi Kenan’a ilk günlerde iyi davransa da sonradan gerçek yüzü ortaya çıkar. Sürekli dayak yiyen Kenan’a ev zindan olmaya başlar.Birgün okuluna gelen bir müfettiş Kenan’ın acı durumunu farkeder ve onun başına gelenlerin hepsini öğrenip durumu Muhip Azmi Bey ismindeki yardımsever bir dostuna bildirir. Muhip Azmi Bey küçük Kenan ile konuşur ve O’nu evlat edinmeyi istediğini söyler. Küçük Kenan kararsızdır. Muhip Azmi Bey Kenan’ında sonradan üvey babası olduğunu öğrendiği Susanzade Safi Bey’le konuşur. Aslında O da  bunu istemektedir. Küçük Kenan artık İstanbul yolcusudur. Uzun bir yolculuktan sonra, Muhip Azmi Bey ve Kenan eve ulaşırlar. Ev halkıyla tanışır ve evin tek çocuğu olan, kendisinden yaşça büyük Nalan ile hemen bahçeye, oyun oynamaya giderler. Artık hayatı değişir, evin bir parçasıdır ve Nalan’dan hiçbir farkı yoktur. Evde tek evlatlık olan Kenan değildir. Otuz yaşlarına girmesine rağmen halen evlenmemiş olan Vesime de bu evde evlatlık olarak büyümüştür. Bütün zamanını Nalan ile beraber geçiren Kenan için hayat artık, yaşamaya değer hale gelmiştir. Nalan, yaşil iri gözlü, çelimsizliğine rağmen oldukça hareketli bir kızdır. Okula gitmemesine rağmen, evde özel ders almaktadır.Kenan da yaşı ilerledikce derslere başlar. Bazı zamanlar bu iki çocuk, yakınlarda eski ama şirin bir kulübesi bulunan Şeyh Kudsi Efendi’nin yanına gider ve onun neyinden dökülen notaları büyük bir hayranlık içinde dinlerler.Zamanla Kenan’ın içinde Nalan’a karşı normalden daha farklı ve daha şiddetli bazı duygular belirmeye başlar. O’nu sevmektedir hem de ölürcesine! Bu sonuca, zaman zaman baş gösteren kıskançlığından ulaşmaktadır.
         Artık ikisi de büyümüştür ancak herşey yolunda gitmemektedir. Nalan zatüre geçirir ve zayıf olan vücut direnci iyice zayıflar. Kenan ortaokuldan mezun olur ve öz babası gibi subay olmak için Kuleli Askeri Lisesi’ne girer. Günden güne Nalan’a karşı olan sevgisi büyür ve bu sevgiyle beraber kalbindeki yarada derinleşir. Nalan’a karşı olan sevgiyi O’na açamaz ve O’da bu sevgiyi çocukluğuna verir ve ciddiye almaz. Hatta yine bir bahar günü, herzamanki gibi, leylak hastası olan Nalan ile Kenan, leylakların arasında dolaşırken, Kenan yine kıskançlığını belli edince Nalan O’na şakayla karışık kendisini sevip sevmediğini sorar. Bir an için öldüğünü zanneden Kenan, sevgisini itiraf edecek gücü kendisinde bulamaz ve inkar edip kardeş olduklarını söyler. Zaman geçtikçe Nalan’ı hastalık pençesi altına almaktadır. Bazen öksürmekten boğulacağını düşünürler. Yine böyle bir günde Nalan yatağını kana bulamıştır. Hemen aile dostları ve bir süredir de doktorları olan İlhami Bey’i çağırırlar. Muayeneden sonra ilaçlar yazılır. Bir kış Nalan yatağından kalkamadan böyle mutsuz bir şekilde akıp gider. Ancak bahar gelipte leylaklar açtığı zaman, Nalan da ayağa kalkar. Bütün eve bir cümbüş hakim kılar. Kenan her haftasonunu Nalan ile geçirebilmek için iple çeker. Yine böyle bir haftasonu, Nalan’ı herzamanki gibi leylakların arasında bulacağını düşünerek, O’na bir sürpriz yapmak ister. O’na habersizce yaklaşıp leylak yağmuru içerisinde boğacaktır. Ancak O’na yaklaşınca yalnız olmadığını anlar. Yanında Doktor İlhami Bey vardır. Doktor İlhami Bey O’na evlenme teklif etmektedir. Kenan neye uğradığına şaşırır ama elinden de hiçbirşey gelmez. Hemen Doktor İlhami Bey ve Nalan nişanlanırlar, bir süre sonrada düğünleri olur. Kenan ise hem sevdiği kişinin evliliğine hem de O’nun kocasıyla birlikte başka bir eve taşınmasına üzülmektedir. Bir süre sonra Nalan’nın bir de küçük kızı olur. Nalan’ın isteğiyle kızının adını Kenan koyar. Kenan aşkını çoktan açıklamıştır. “Nalan’ın ağlattığını Handan güldürsün” der ve kızının ismini “Handan” kor. Doktor İlhami Bey sık sık işi gereği seyahat eder ve bundan dolayı Nalan için en uygununun Çamlıca’daki baba evinde kalmasının olduğunu düşünür. Nalan eve döndüğü gün bütün evde bir mutluluk rüzgarı eser. Handan da büyür ve ele avuca sığmaz bir hale gelir. “Ağabey” olarak çağırdığı Kenan’ın kucağından inmemektedir.
         Kenan artık çoktan Harbiyeli’dir. Tıpkı küçüklüğünde olduğu gibi Nalan ile birlikte leylaklar arasında yürüyerek günlerinin büyük bir kısmını geçirirler. Vesime sürekli Handan’la ilgilendiği için Nalan rahattır ancak O’nun doğumu bünyesini iyice zayıflatmıştır. Günden güne Nalan ile Kenan arasındaki ilişki dahada kuvvetlenir. Hatta bazı geceler Nalan’ın odasında geç vakitlere kadar oturup konuşurlar. Kenan sürekli Nalan’a karşı olan sevgisinin O’nu ne kadar yıprattığından bahseder ve sevgisine karşılık bekler. Ancak Nalan eşine ve çocuğuna karşı sadık olduğu için O’na hiçbir karşılık vermez. Bir gece yine Nalan’ın odasında konuşurken, Kenan Nalan’a karşı yoğun bir izdivaç isteği duyar ve kendisini kontrol edemez. Olay Nalan’ın tokatı ile sonuçlanır ve bu olaydan sonra Kenan ceza aldığını bahane ederek dört ay boyunca okulda kalır ve eve gelmez. Taki birgün Vesime Kenan’ın okuluna gelip Nalan’ın çok hasta olduğunu ve O’nun artık eve dönmesini istediğinin söyleyinceye kadar. Artık barışmışlardır.
         Kenan artık Harbiye’den mezun olup yakışıklı bir subay olmuştur. Kılıcını kuşanıp, şıngırtılar içerisinde Çamlıca’ya, evine gelir. İlk olarak babası Muhip Azmi Bey’in ellerinden öper. Nalan da O’nu beklemektedir. O’nunda  hemen leylak kokulu yumuşacık ellerine sarılır ve doyasıya öper. Artık Kenan’ın gideceği kıt’a da belli olmuştur. Gideceği yer İstanbul’a çok uzakta olduğu için başta Nalan olmak üzere evdeki herkes üzülür. Artık sadece mektuplarla haberleşeceklerdir. Ancak Nalan Kenan’dan O’na kardeşiymiş gibi mektup yazmasını ister ve Kenan’da bunu kabul etmek zorunda kalır. Nalan çok hastadır ve günden güne eriyip gitmektedir ve O da bunun farkındadır. Bundan dolayı Kenan’ı bir daha göremeyeceğinden korkmaktadır.
         Kenan artık bir kıt’a subayıdır. Görev hayatında başarılı ve arkadaşları tarafından sevilen bir insandır. O da hayatından çok memnundur ancak sadece Nalan’ın yokluğunu çok fazla hisseder. Nalan ve babasına her fırsatta mektup yazar. Ancak birgün hayatının hatasını yapar ve efkarlı olduğu bir günde Nalan’a karşı olan bütün duygularını yazdığı bir kağıtı farkında olmadan Nalan’a gönderir. Bu hatayı anladıktan sonra üstüste birçok telaffi mektubu yazar ama aylarca cevap gelmez. Endileşenmeye başlar ve komutanından izin ister ama seferberlik olduğu için komutanı izin vermez. En sonunda bir telgraf alır: “(D.R.) süvari alayı, sekizinci bölük komutanı Kenan ZİYA Bey’e: Ölüyorum çabuk gel!..  Nalan” Bu telgraftan sonra Kenan komutanına koşar ve ona bu telgrafı gösterip izin ister ve alır. Atına atlar ve onaltı günlük uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşır. Ancak bir gece önce Nalan gözlerini hayata yummuştur. Bir an için Kenan da kendisini O’nunla beraber ölmüş gibi hisseder ve olduğu yere yığılıp kalır. Kendine geldiği zaman ilk işi, Nalan’ın mezarına gidip toprağına kapanmak olur. Eve döndüğü zaman Vesime, o sadık ve iyi kalpli kadın, elinde bir paketle Kenan’ı beklemektedir. Elindeki paketi Nalan’ın O’na bıraktığını söyler ve O’na uzatır. Kenan paketi heyecan içinde alır ve odasına çekilir. Pakette 18 yaşına girdiği zaman Handan’a verilmesi gerektiğini yazan bir mektup ile Nalan’ın kendi el yazısıyla yazılmış yedi sayfa vardır. Bu kağıtlarda Nalan artık Kenan’a karşı olan aşkını gizlemez ve bütün duygularını döker. Ayrıca Kenan’ın yanlışlıkla gönderdiği kağıdı kocasının okuduktan sonra yaptığı işkenceler, kızı Handan’ı bu yüzden ölünceye kadar göremediği de yazar. Bu kağıtları okuduktan sonra Kenan iyice yıkılır. Bir süre sonra Doktor İlhami Bey ile salonda karşılaşırlar. Tartışmaya başlarlar ve Kenan herşeyi bütün açıklığıyla anlatır ancak kendisine bir türlü inandıramaz. En sonunda Nalan’ın Kenan’a yazdığı kağıtları gösterir. Doktor İlhami Bey artık pişmandır ama bu pişmanlık Nalan’ın ölümüne çare değildir. Muhip Azmi Bey ile barışır ve Handan’ı da annesinin evine geri getirir. İzini biten Kenan tekrar kıt’asına döner.
         Balkan Harbi biter, Cihan Harbi başlar. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 6 Ekim 1923’te İstanbul’a giren Türk ordusu arasında Kenan da bulunur. Artık otuz-otuzbeş yaşlarında bir subaydır. Eve dönünce herkes O’nu neşe ile karşılar. Bu arada Handan da içeriye girer ve Kenan’ı şaşkınlık içinde bırakır çünkü O artık 18 yaşında bir genç kızdır daha da  ilginç olanı, annesi Nalan’ın bir ikizi olmuştur.Kenan hergün Nalan’ın mezarına gider. Bir süre sonra Handan da O’na eşlik etmeye başlar. Annesinin O’na bıraktığı mektubu bir süre sonra Kenan’dan almıştır. Yine beraber gittikleri mezardan dönerken Handan annesinin O’na bıraktığı mektuptan bahseder. Annesinin kendisinden gerçekten sevdiği birisiyle evlenip, hayatını O’nun gibi mahvetmemesini istediğininden ve evleneceği kişinin de sarışın ve uzun boylu bir subay olursa çok bahtiyar olacağını yazdığından bahseder. Daha sonra ekler “Nalan’ın ağlattığını ancak O’nun kızı güldürebilir!” Kenan şaşımış ve aynı zamanda da mutlu olmuştur. Handan’ı kolarıyla kavrar ve bir dahada asla bırakmaz.
3.KİTABIN ANA FİKRİ: Şartlar ne durumda olursa olsun insanlar içlerinde sakladığı sevgiyi ve arzuyu başkasıyla paylaşabilmeli, yoksa herşey çok geç olabilir.
4.KİTAPTAKİOLAYLARIN VEŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Kenan Yedi yaşında annesini kaybettikten sonra üvey anne ve babasının elinde kaldığı sürece büyük acılar ve işkenceler yaşamıştır. Bu acılardan kurtularak İstanbul’a gelmiştir; fakat burada daha büyük bir acıyla karşılşacağından haberdar değildi. Kendinden büyük Nalan isminde bir kıza aşık olur; fakat Nalan’ın ağlattığını kızı Handan güldürür.
Nalan: Evin tek çocuğu olan Nalan’ın her isteği yerine getirilmiştir ve özel hocalardan ders alarak iyi bir eğitim almıştır. Çelimsizliğine rağmen çok hareketli ve neşeli bir çocukluk yaşamıştır; fakat küçük yaşlarda yakalandığı zatüre illeti onu mutlu edemeden öldürmüştür.Doktor İlhami Beyden Handan isminde bir kızı vardır.
Susamzade Safi Bey: Kenan’ın üvey babasıdır. İlk zamanlarda Kenan’a iyi davranan Safi Bey, eşinin ölümünden sonra başka bir kadınla evlenmiştir ve ikisi de Kenan’a karşı çok kötü davranmışlardır. Safi Bey zengin, çalışkan ve azimli bir  esnaftır.
Muhip Azmi Bey: Sarışın, yeşil gözlü mabeynde çalışan çalışkan ve varlıklı bir devlet adamıdır. Nalan isminde bir kızı vardır. Karısının ölümünden sonra kendini kızına vermiştir ve kızının zatüreye yakalanıp günden güne erimesi O’nu mahvetmiştir. Sekiz yaşındaki Kenan adında bir çocuğu evlatlık almıştır ve onu öz kızından ayırt etmemiştir.
Emekli Yarbay: Bu emekli subay Osmanlı’nın son zamanlarında emekli olduktan sonra kendini doğaya adayan, sakin bir yaşam sürdüren, doğayı seven, canayakın, sevecen ve merhametli bir kişiliğe sahiptir. Kısa sürede Binbaşı Kenan ile iyi bir dostluk kurmuştur.
Doktor İlhami Bey: İlk başta doktor olarak geldiği köşkün daha sonra damadı olmuştur. Nalan’ın kocasıdır ve de Handan’ın babasıdır. Nalan ilk başlarda duyduğu aşkı günden güne azalmıştır ve ilgisiz kişiliği ortaya çıkmıştır.
Vesime: Muhip Azmi Beyin evlatlığı Nesime evlenmemiştir ve ölünceye kadar konak da hizmetli olarak çalışmıştır. Oldukça iyi bir kişiliğe sahip olan Nesime özellikle Kenan ve Nalan aşklarını bir sır gibi saklamıştır.
Şeyh Kudsi Efendi: Nalan ve Kenan’ın sevdikleri ve saydıkları, müzikten iyi anlayan, özellikle çaldığı ney ile onları büyüleyen ve aşık eden bir insandır. Küçük, şirin bir kulübede oturan adamı onlar devamlı ziyaret ederler. 
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Bu kitabı daha önce askeri lisede arkadaşlar okumuştu; ama ben okumamıştım. Şimdi bu kitabı okuduğumda ne kadar da geç kaldığımı anladım ve aldığım bu kitabı yaklaşık altı arkadaşıma vererek onların da okumasını sağladım. Kitap, oldukça sade ve anlaşılır bir şekilde yazılmış; kitabın akıcılığından dolayı okumaya başladıktan sonra elinden bırakamıyorsun. Aşk ve sevgi konusu mükemmel bir şekilde dile getirilmiş; ama şunu bilmeliyiz ki, bizler yani askerler fazla duygusal olmamalıyız ve duygularımızın yerine mantığımızla hareket etmeliyiz.
6.YAZAR HAKKINDA BİLGİ: 5 şubat 1917’de İstanbul’da doğan Kerime Nadir ANZAK, 20 mart 1984’te öldü. Bebek Saint Joseph Sörler Okulu’nu bitirdi. Ayrıca özel eğitim gördü. İlk şiir ve öyküleri 1937’de Servetifünun-Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımlandı. Kadın kahramanlar üzerine kurduğu duygusal aşk ve serüven romanlarıyla çok okunan bir yazar oldu. Anılarını Romancının Dünyası(1938) adlı kitapta topladı. Başlıca romanları arasında Yeşil Işıklar(1937), Hıçkırık(1938), Seven Ne Yapmaz(1940), Gelinlik Kız(1943), Uykusuz Geceler(1945), Kahkaha(1946), Posta Güvercini(1950), Pervane(1955), Esir Kuş(1957) ve Sonbahar(1958) sayılabilir.


Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

HUZUR (AHMET HAMDİ TANPINAR) ROMAN ÖZETİ

1.KİTABIN KONUSU:
Mümtaz’ın Nuran’a olan aşkının öyküsü.
2.KİTAP ÖZETİ:
  İnterneti daha hızlı dolaşın. Google Araç Çubuğuyla birlikte Firefox’u da alın
Mümtaz ve Suat’ın Nuran’a olan aşklarıdır öykünün merkezi. Mümtaz ve Nuran birbirini sevmekte ve evlenmeyi tasarlamaktadırlar. Ümitsizliğe düşen Suat ise kendini asarak intihar eder. Bu trajedi nedeni ile Nuran’dan ayrılan Mümtaz’ın iç dünyası yıkılmıştır. Radyoda II.Dünya savaşının başladığı haberi verildiği sırada, Suat’ın hayalini gören Mümtaz merdiven başına yıkılır (bazı edebiyat incelemecileri, sonda Mümtaz’ın öldüğü biçiminde yorumlar yapmış olsalar da, Tanpınar’ın metninde ölüm telaffuz edilmiyor).
Mümtaz, Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkanlarda, bit pazarında, Çekmece’de balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaştırırken, İstanbul’un bir kronikçisi, İstanbul’da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir tasvircisi oluyor romanda. Huzur’un sonraki bölümlerinde Boğaz’a, zengin bir eve, sanki başka bir dünyaya geçiyoruz. Pırıl pırıl görünen modern semtte önceleri çok mutlu olan Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlardan kaynaklanan olayların sonucunda yıkılır. Geçilmemesi gereken bir sınırı çiğnemiştir o!
Her yeni tecrübe gibi şahsîdir, her yeni tecrübe gibi ilktir. Mümtaz, bindiği bir Ada vapurunda Nuran’a rastlamış ve “Tehlikeli denecek derecede zengin, her ihtimale gebe, her mânasında velûd bir kadınlık hayatı(nın), bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek erkeğin yokluğundan yarı hülyâ, yarı verimsizliğin bütün sebeplerini kendisinde gören bir aşağılık duygusu içinde akıp gittiğini” farketmiştir. Bu tesbitin arkası kendiliğinden gelecek ve zalim bir çocukluğun ara sokaklarından geçerek kendisini İhsan’ın kollarına atan Mümtaz, fikrî zeminini sağlamlaştırmış bir insan olarak duygusal arka planını inşa etmeye soyunacaktır: “O madem ki artık benim için herşeydir, o halde bütün kâinatımla ona taşınmalıyım.” der.
3.KİTABIN ANA FİKRİ:
Her aşkın bir ızdırap ve çilesi bazen insana mutluluk bazen de mutsuzluk verir.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Dört bölümden oluşan kitabın her bölümü, öykünün dört kahramanının, İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz’ın adlarıyla verilir. Ancak, romanın ana karakteri Mümtaz’dır. Yazar, diğer üç
karakteri de Mümtaz’la olan ilişkileri çerçevesinde tanıtır bize. Birinci dönem Türk romanında mekan Doğu-Batı değerlerini temsil etmek bakımından bir anlam taşıyor ve kent ikiye ayrılıyordu. İstanbul tarafının mahalleleri Osmanlı-İslam geleneklerinin, göreneklerinin değerlerinin yaşadığı semtlerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin Batılılaşmış öteki yarısıydı. Oturulan mekan olarak konak ve apartman Doğu-Batı karşıtlığının simgesiydi. İlk dönem yazarları arasında, Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu, İstanbul’un farklı semtlerini karşı karşı getirerek işlemektedir.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap okuyucuyu aşırı şekilde etkilememekte ve okurken insanı çok sıkmakta,bunalmaktadır.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1901 İstanbul doğumlu. Babasının işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Andolu’nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü eğitmini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümününden 1923′de mezun olduktan sonra Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat Edebiyatı kürsüsünde proesörlüğe seçildi. 1942-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olduktan sonra yeniden eğitim hizmetine döndü, 1949 yılında İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, çok sayıda şiir, hikaye, roman ve deneme yazmıştı.
1949 tarihinde basılan “Huzur”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en tanınmış romanıdır.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

HAYVAN MEZARLIĞI (STEPHAN KİNG) ROMAN ÖZETİ

Louis karısı ve iki çocuğu ile Chicago’dan Ludlow’da ormanın hemen yanında bulunan bir eve taşındı. Eve yerleştiler ve daha sonra yan komşuları ile tanıştılar. Komşuları çok yaşlı bir çiftti. Jud ve Norma Crandall. Kısa süre sonra Jud ile Louis ahbab oldular. Her akşam birlikte bira içip Ludlow hakkında konuşuyorlardı. Louis ve ailesi bir hafta sonu evlerinin bahçesinde oturuyorlardı, Jud aileyi görüp yanlarına gitti ve onlara yakında bulunan hayvan mezarlığını görmek isteyip istemediklerini sordu. Louis Eileen’nin çok istemesi üzerine teklifi kabul etti. Jud ve bütün aile yola koyuldular. Yarım saat sonra hayvan mezarlığına vardılar. Jud Louis ve ailesine, aşağıda bulunan kasabadaki çocukların hayvanları öldüğü zaman hayvanlarını buraya gömdüklerini söyledi. Hayvan mezarlığı çocuklar tarafından güzelce düzenlenmişti. Etraftaki gereksiz ot ve çalılıklar çocuklar tarafından koparılmıştı. Jud Eileen’i buraya tek başına gelmeye kalkışırsa ormanın içinde kaybolacağı konusunda uyardı. Hayvan mezarlığını gördükten sonra bütün aile ve Jud eve döndü. Evin kedisi Church kapının önünde Eileen’i bekliyordu aslında Church evin değil Eileen’in kedisiydi. Eileen kedisini o kadar çok seviyordu ki bazı akşamlar kedisi ile birlikte yatıyordu. Evi yerleştirme işi yaklaşık bir hafta sürdü ve daha sonra Louis asıl mesleği olan doktorluğa başladı. Yakında bulunan bir üniversitede rahatsızlanan öğrencileri tedavi ediyordu.
Birgün kafası yarılmış Pascow adında bir öğrenci revire getirildi, fakat Louis daha öğrenciyi muayene edemeden öğrenci öldü. Daha ilk gününde böyle bir durumla karşılaşması Louis’i çok etkilemişti. Louis her akşam Jud’un yanına gidiyor, birkaç bira içip gündelik hayat hakkında konuşuyorlardı. Jud seksen yaşında o bölgenin en yaşlı insanıydı. Louis işe başladıktan birkaç ay sonra Rachel iki çocuğu ile Chicago’ya babasının yanına ziyarete gitti. Louis kayınbirader’i ile arası iyi olmadığı için ziyarete gitmedi. Ertesi sabah Jud Louis’i telefonla aradı ve church’un anayolun kenarında kımıldamadan durduğunu ve ölmüş olabileceğini söyledi. Louis kedinin yanına gitti ve kedinin bir kamyon çarpması sonucu öldüğünü anladı fakat kedinin öldüğünü Eileen’a söyleyemezdi. Eileen her akşam evi arayıp babası ile konuşuyor ve kedisinin nasıl olduğunu soruyordu. Jud bunları öğrenince Louis’e vakit kaybetmeden kediyi bir poşete koymasını, yanına bir kazma kürek alıp kendisini takip etmesini söyledi. Jud hayvan mezarlığı yoluna girdi ve hiç konuşmadan yoluna devan etti. Hayvan mezarlığını geçip farklı bir yola girdiler. Jud hala hiçbirşey konuşmuyordu ta ki ağaçlardan oluşan tepe gibi bir yere gelinceye kadar. Tepe ağaç dallarından oluşuyordu ve burayı aşmak çok zor görünüyordu. Jud Louis’e aşağı hiç bakmadan dümdüz yürümesini söyledi ve önden kendisi hareket etti. Tepede sihirli bir şeyler vardı. Jud zorlanmadan tepeye çıkabiliyordu. Daha sonra Louis de hareketlendi ve sanki birşeyler kendisini yukarıya doğru çekiyordu. Tepeyi kolayca aştılar ve aşağı indiler. Aşağı indiklerinde Jud Louis’e kedi için bir çukur kazmasını istedi. Louis hiçbirşey sormadan çukuru kazdı ve kediyi gömdü ve eve doğru yürümeye başladılar.
Eve vardıklarında Jud kediyi gömdükleri yerin eskiden Kızılderelilerin toprakları olan büyülü bir yer olduğunu söyledi. Jud oraya gömülen hayvanların tekrar cankandığını fakat bazı özelliklerini kaybettiklerini söyledi. Jud da köpeği öldüğü zaman onu büyülü yere gömmüş ve köpek tekrar canlanmıştı, fakat toprak kokuyordu ve uyuz gibi davranıyordu. Eski hareketliliği kalmamıştı. Bazı arkadaşlarının hayvanları canlandıktan sonra çok değişmiş ve etrafa zarar vermişti. Büyülü hayvan mezarlığının sırrını kimse çözememişti. Louis, eğer kedi sabah döndüğünde etrafa zarar verirse onu tekrar öldürecekti, fakat eskisi gibi olusa öldürmeyecekti. En azından kedinin gerçek bir kopyası evde duracaktı. Eileen bunu farketse bile bu durum onu kedinin öldüğünü öğrenmesinden daha az etkileyecekti. Kedi eve eski hali ile dönmüştü. Jud’un söylediği gibi toprak kokuyor ve uyuz davranıyordu. Rachell ve çocuklar eve döndüklerinde Eileen kedideki değişimi farketti, fakat kedinin yaşlandığını düşünerek kimseye birşey sormadı. Artık kediyle yatmıyordu çünkü kedi sürekli toprak kokuyordu. Kısa süre sonra ailede bütün işler bir raya oturdu. Eileen her sabah okula gidiyor ve öğleden sonra geliyordu. Louis her sabah işe gidip akşam geliyordu ve üç yaşında olan Gage her gün biraz daha büyüyordu. Son günlerde babası ile sürekli kovalamaca oynuyorlardı. Bir hafta sonu bütün aile evlerinin bahçesinde piknik yapıyordu. Gage bir ara ailenin yanından uzaklaştı. Louis Gage’in uzaklaştığını farkedince arkasından durması için bağırdı ve arkasından koşmaya başladı. Gage anayola doğru ilerliyordu, babasının sesini duyunca kovalamaca oynadıklarını sanıp daha da hızlanmaya başladı. Louis oğlunun yola çıkmasını engelleyemedi ve Gage yola çıktığı anda bir tanker ona çarptı. Gage yirmi metre ileriye uçtu, narin başı vücudundan koptu.
Louis ve ailesi bir hafta bu olayın şokundan kurtulamadı. Eileen kardeşinin fotoğrafını almış ve elinden hiç bırakmıyordu. Bir hafta sonra Gage’in cenaze töreni vardı. Cenaze töreni bittiğinde Louis’in kafası çok karışıktı. Gage’in yokluğuna kendisini alıştıramıyordu. Aklında sürekli hayvan mezarlığı fikri dolaşıyordu. Kediyi gömmüştü ve kedi tekrar canlanmıştı. Uyuz hareketleri ve toprak kokması dışında kötü bir tarafı yoktu. Ayrıca büyülü bir şey onu hayvan mezarlığına doğru çekiyordu. Uzun süre düşündükten sonra karısını ve kızını olayın şokunu üzerlerinden atmaları bahanesi ile Chicago’ya gönderdi ve oğlunu hayvan mezarlığına götürmeye karar verdi. Çok zor şartlar altında oğlunu mezarlıktan kaçırıp hayvan mezarlığına götürdü. Oğlunun ölümünden dokuz gün geçmişti. Eve döndüğünde vücudunun hiçbir yeri tutmuyordu. Sabah uyandığında Gage eğer etrafa zarar verirse ailesinin haberi olmadan onu öldürecekti. Yattı ve hemen uyudu. O gece Eileen ve Rachell Chicago’da bulunuyordu. Eileen rüyasında babası ile ilgili kötü bir rüya gördü ve annesinden babasının yanına gitmesini istedi. Rachell da Louis’in kendilerini evden uzaklaştırması konusunda süpheleri vardı ve hemen evi aramaya karar verdi. Evi aradı fakat kimse cevap vermiyordu, belirli peryotlarla tekrar aradı fakat cevap veren yoktu. O gece yola koyuldu ve sabaha doğru evin önüne vardı. Arabadan indiğinde Jud’un evinin kapısının açık olduğunu farketti ve başına birşey gelmiş olabileceğini düşünüp içeri girdi. Giriş katını dolaştı fakat kimse yoktu. İkinci kata çıktı ve mutfağın kapısının açık olduğunu farketti. Mutfağa gittiğinde Jud Crandall’ın ölü vücudunu gördü. Cesedin yanında Gage duruyordu. Gage annesini görünce elleri arkada annesine doğru koşmaya başladı ve yanına geldiğinde elindeki neşter ile boğazını kesti. Jud’u da Gage öldürmüştü. Neşteri ise kendi evlerine gidip babasının çantasından almıştı. Louis sabah kalktığında Jud’un kapısının önündeki arabayı gördü ve içinde bir kuşku oluştu. Aşağı kata inip dört şırınga içine morfin doldurdu ve bu arada çantasında neşterinin bulunmadığını farketti. Jud’un evine doğru hareketlendi. Şırıngalardan bir tanesi ile Church’u öldürdü ve yoluna devam etti. Jud’un evine girdi ikinci katın mutfağına geldiğinde adeta şok olmuştu. Jud ve karısı yerde ölü olarak yatıyordu. Bir süre karısına baktı ve sonra mutfaktan çıktı. On metre ilerisinde Gage elleri arkasında babasına doğru yaklaşıyordu. Louis Gage’in elini yakaladı ve şırıngaların ikisini oğluna sapladı. Şırıngalardakimorfin miktarı çok fazlaydı ve Gage hemen öldü. Bu arada Louis cesedin hayvan mezarlığına ne kadar geç gömülürse o kadar çok zararlı olduğunu farketti. Karısını dışarıya çıkarıp evi yaktı. Vakit kaybetmden karısını hayvan mezarlığına götürdü ve gömdü. Sabah olduğunda eski karısı geri dönmüştü.
3. Kitabın ana fikri:
Louis Creed’in kedisi ve oğlunu kaybettikten sonra onları hayvan mezarlığına gömmesi ve bu olyın sonuçları.
4.Kitaptaki olayların ve şahısların değerlendirilmesi:
Louis Creed:
Creed ailesinin babası. Ludlow kasabası yakınlarında bir üniversitede doktor olarak çalışıyor. Ailesine çok bağlı ve çabuk sinirlenen bir kişiliğe sahip.
Rachell Creed:
Louis’in karısı. Çocukların eğitimi ile çok ilgilenen, aile bağları çok kuvvetli ve ayrıca çabuk sinirlenen bir kişiliğe sahip.
Eileen :
Creed ailesinin tek kızı. Kedisini çok sever ve ayrı kalmaya dayanamaz.
Gage :
Creed ailesinin en küçük bireyi. Konuşmatı ve yürümeyi yeni yeni öğrenmeye başlayan bir kişi.
Jud Crandall:
Kasabanın en tecrübeli ve en yaşlı kişisi. Çok soğukkanlı bir kişi. Louis’e kasabaya alışmasında ve hayvan mezarlığı ile tanışmasında yardımcı oldu.
Norma Crandall:
Jud’un karısı. Romatizmalarından rahatsız ve çok yaşlı bir kişi.
5.Kitap hakkındaki şahsi görüşler:
Kitap baştan sona heyecan ve devamını merak edici bir biçimde anlatılmış çok akıcı bir kitap. Kişilerin psikolojik durumları ve içinde bulundukları sosyal durum iyi bir şekilde aktarılmış, fakat kitabın sonunda sanki kişide tam bir sonuca ulaşılmamış gibi bir his uyandırıyor.

6.Kitabın yazarı hakkında bilgi:
Stephen King 1947 yılında Portland’da doğdu. Annesi ve babası ayrıldıktan sonra, ağabeyi David ile annesinin yanında büyüdü. 1973 yılı baharında “Göz” adlı romanı yayınlandı.
Zamanla kısa hikayelerden roman yazmaya, ardından da senaryo çalışmalarına yöneldi. Bir süre, senaryosunu yazdığı filmlerde hem oyunculuk, hem yönetmenlik yaptı. 1974′te Colorado’ya taşınan King, burada “Medyum” adlı kitabını yazdı ve 1975 yazında yeniden Maine’e döndü. Aynı yıl içinde “Mahşer” adlı yapıtını kaleme aldı. Eserleriyle, birçok ödül kazanan Stephen King korku-gerilim dalında bir klasik olmuştur. Ülkemizde de büyük bir hayran kitlesine sahip olan King; “Kujo, Hayvan Mezarlığı, Christine, Tepki ve Sadist” gibi birçok unutulmaz yapıta imzasını atmıştır. King’in Richard Bachman takma adıyla yazdığı az sayıda kitabı da bulunmaktadır.
En iyi romanları: King’in neredeyse tüm eserleri dünyada büyük bir beğeni toplamış ve tamamına takını en çok satanlar listelerinde aylarca 1 numara olmuştur. Bununla birlikte subjektif bir yorumla en iyi eserleri şu şekilde sıralanabilir:
1- O
2- Sis
3- Tılsım
4- Medyum
5- Ejderhanın Gözleri
6- Mahşer
7- Gerekli Şeyler
8- Hayvan Mezarlığı
9- Christine
10- Kujo Ayrıca bu listeye dahil edilmemesine rağmen bir seri olan Kara Kule serisinin de geniş bir hayran topluluğu olduğunu ve farklı bir türde kaleme alındığı için, klasik King okumayan kişilerden bile milyonlarca okuyucusu olduğunu belirtmek gerekir.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

GÜN OLUR ASRA BEDEL (CENGİZ AYTMATOV) ROMAN ÖZETİ

1. ROMANIN K0NUSU:
II.Dünya Savaşı;ından sonra Kazak bozkırlarında bir tren istasyonunda yaşamaya başlayan Yedigey’inburada tanık olduğu olaylar.
2. ROMAN ÖZETİ:
  İnterneti daha hızlı dolaşın. Google Araç Çubuğuyla birlikte Firefox’u da alın
Roman kahramanı Yedigey Cangeldin,cepheden döndükten sonra,Kazak bozkırlarında küçük bir  aktarma istasyonunda çalışmaya başlar.burada tanık olduğu ve uzak geçmişine çağrışım yapan olaylar,gerçekte bir siyasi rejimin gümbür gümbür çöküşünün nedenlaeridir.
       Yedigey’in çok eski ve yakın arkadaşı  olan Kazangap ölür.Onun için bir cenaze töreni düzenleler.bu törene Kazangap’ın şehirde oturan oğlu ve kızını da çağırırlar.Kazangap’ın cenazesini mezarına götürürken,Yedigey kendisinin ve milletinin geçmişini,acı-tatlı,düşündürücü yanlarıyla bir bir gözlerinin önünden geçirir.O gün ‘Asra bedel bir gün’ olur onun için.Sevdikleri kişinin cenazesini Naymanlar’ın kutsal mezarlığına götürdükleri zaman,orada bir uzay üssünün kurulmuş olduğunu görürler ve cenazenin gömülmesine izin verilmez.Öte yandan,Rus-Amerikan ortak araştırması sonunda kozmonotlar,uygarlık düzeyi Dünyanınkinden çok daha yüksek bir gezegen keşfeder.Bu gezegende yaşayanlar dünyalılarla ilişki kurmak isterler.Fakat daha yüksek bir uygarlığı ,daha iyi bir yönetimi kendileri için zararlı gören dünyalı yöneticiler bu isteği reddederler.
3. ROMANIN ANA FİKRİ:
Aytmatov anlatım gücüyle insanları mankurt olmaktan kurtaralım mesajını vermektedir.
4. ROMANDAKİ OLAYLARIN VE ŞAHIŞLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Kitaptaki olaylar genelde küçük kasaba hayatını anlatmakta ve karakterler çok gerçekçi durmaktadır.Ancak kitapta geçen uzay üssü ile ilgili bölümler romana biraz bilim kurgu havası katmaktadır.Kişlere gelince;
YEDİGEY:Romanın baş kahramanıdır.Savaşmış geleneklerine bağlı önder bir kişiliği vardır.
UKUBALA:Kocasını seven artık yaşlılığı iyiden iyiye hisseden yardımsever bir kadındır.
KAZANGAP:Yedigey’in çok eski bir arkadaşıdır.Köye yerleşmesinde ve işi bulmasında büyük katkısı vardır.
5. ROMAN HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitapta bir rejimin baskısı altında yaşan ve kültürel değerlerini kaybetmeye yüz tutmuş bir köyde geleneklerine bağlı bir insan ve çabalarını görüyorum.
6. ROMANIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
Cengiz Törekuloviç Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan’da Şeker adlı bir köyde doğdu.Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisiydi. Kırgızistan’a,dağlık yörelere Ekim devrimi daha yeni ulaşıyordu. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllararastlar.Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında yeni düzene ayak uydurmuş genç kuşak da toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Yazar kolhoz tarlalarında çalıştı.Çevresini,tabiatı,insanları o yıllarda tanımaya başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş düşüyordu. Henüz on beş yaşındayken köyü Sovyetinde sekreterlik yaptı,tarım makinalarının hesaplarını tuttu. Daha sonra Kazakistan’daki Cambul veterinerlik teknik okulunda okudu Ardından Frunze(bugünkü Bişgek tarım enstitüsünde okudu.Zooteknisyen olarak bütün ülkeyi ,Kazakistan’ı dolaştı. Aynı zamanda da bir gazeteci sıfatıyla çalışıyor,sürekli gözlem yapıyordu. Pek çok genç nesil mensubu gibi halkından uzaklaşmadı,insanına daha da yakınlaştı. Kırgız gazetelerindeki yazıları,redaksiyon servislerinde aldığı görevler ,muhabirlik faaliyetleri onu yavaş yavaş edebi dünyaya hazırlıyordu.Yazarın akıcı uslubu,kurgudaki başarısı bu ön araştırmalarıyla yakından ilgilidir.


Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

GURBET HİKAYELERİ (REFİK HALİD KARAY) KİTAP ÖZETİ

Eskici :
Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul’da yaşamaktadır. İstanbul’da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan’ı Filistin’e halasının yanına göndermeyi uygun görmüşlerdir. Hasan’ı vapura bindirip Filistin’e gönderirler.
Halasının yanına giden Hasan, o yörenin diline yabancı olduğu için hiç kimsyle konuşmaz. Bir gün halasının evine ayakkabıları tamir için bir eskici gelir ve Hasan onun karşısına oturarak onu seyretmeye başlar. Daha sonra eskiciye ‘ çiviler ağzını acıtmıyor mu?’ der. Eskici önce çocuğun Türkçe konuşmasını garipser. Daha sonra sen nerelisin diye sorar. Hasan anlatmaya başlar. Hiç durmadan konuşmaktadır. Eskiciyle beraber memleketlerinden bahsederler. Eskicinin işi bitmiş, gitme zamanı gelmiştir. Ayrılırken hasan çok ağlar ama elinden hiçbirşey gelmez.
Köpek :
Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan’da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman’ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman’la oynamaya onu sevmeye başlar.
Bir gün Osman’ı Lübnan’da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman’ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman’ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.
Testi:
Ömer adında bir genç lübnanda şöförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktara gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden tyaşlıca olanı yanındakinin testşden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.
Lübnan halkı ozamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerkende ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içrelerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu.
Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adamda aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.
KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitapta, insanın memleketi kadar güzel bir yere sahip olamayacağı, onun kıymetini, ondan uzak kalanların daha iyi bildiğini ve uğruna herşeyden vazgeçilebilecek bir şey olduğu savunulmuştur.
KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :
HASAN: Hasan kendi halinde, sevecen, yadımsever ve yaşamaktan zevk alan biridir. Başından geçen olaylar onu derinden etkilemişsede, hayata bağlılığı fazla zayıflamamıştır.
ESKİCİ: Hayatta öylesine yaşayan, memleketinden uzun süre önce ayrılmış işini çok iyi yapan ve memleketlilerine karşı çok iyi davranan biridir
ÖMER: Küçük yaşta memleketinden ayrı düşmüş, çok iyi araba kullanan, bilgili, kültürlü ve görmüş geçirmiş birisidir.
OSMAN: Çok duygusal bir yapıya sahip, hayattta başından geçen olaylardan sonra kimseye güveni kalmamış, ama sevgiye sevilmeye muhtaç biridir.
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :
Kitap memleketimizin ne kadar güzel ve pahabiçilmez değerde olduğunu gözler önüne seren, okuyanı çok derinden etkileyen ve onların memleketlerine karşı olan duygularını çoşturan güzel bir yapıttır. Dili sade ve anlaşılması kolaydır. Yazar herkesin anlayacağı tüden bir üslup kullanmıştır. Herkesin okuması ve olaylardan ders çıkarması gereken bir kitaptır.
KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :
1888′de İstanbul’da doğan Refik Halit, Bank-i Osmani serveznedarlarından, “bâlâ” rütbesine sahip Mehmed Halid Bey’in oğludur. Vezneciler’de Şemsu’l-Maarif ve Göztepe’de Taş Mektep’te okuyan ve ayrıca özel dersler de alan Refik Halid, Mekteb-i Sultani’yi terkettiği gibi, Mekteb-i Hukuk’u da yarıda bırakıp Maliye Merkez Kalemi’ne katip olarak girdi.
1908′de katipliği bırakarak, Servet-i Fünun’da ve Tercüman-ı Hakikat’te çalışmaya başladı, bu arada kendisine ait Son Havadis adıyla bir gazete çıkardı ancak bunu on beş sayı sürdürebildi. Fecr-i Ati Topluluğu’na katıldı, Servet-i Fünun’a yazılar verdi. Kalem adındaki mizah dergisinde de “Kirpi” müstear ismiyle siyasi mizah yazıları yazdı. Sada-yı Millet’te, bilahare Cem’de Kirpi müstear ismiyle yazılar yazdı.
Gazeteci Ahmet Samim’in 9 Haziran 1910′da İttihatçılarca katledilmesi üzerine İştirak adlı gazetenin 13 Haziran 1910 tarihli nüshasının buna ilişkin yazılara ayrılmasını sağladı ve bu yüzden İttihat ve Terakkicilerce mimlendi. “Kirpi” müstear ismiyle yazdığı, İttihat ve Terakki Fırkası’nı yerden yere vuran yazılarını “Kirpinin Dedikleri” adıyla bir kitapta topladı ve bu arada Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın elindeki Beyoğlu Belediyesi’nde yedi ay süreyle Başkatip olarak çalıştı, Mahmud Şevket Paşa’nın katlinden hemen sonra da, yargılanmaksızın Sinop’a sürüldü (1913), bilahare Çorum, Ankara ve Bilecik’e gönderildi. Bilecik’teyken ongünlük bir izinle İstanbul’a geldiğinde Ziya Gökalp’in yardımlarıyla geri dönmedi yani sürgünlüğü son buldu (1918).
Robert Kolej’de bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği yaptı, bu arada Vakit, Tasvir-i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleler yayınlayan Refik Halid, Damat Ferit Paşa’nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na katıldı, Posta ve Telgraf Umum Müdürü olarak görevlendirildi (1919). İzmir’in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükumetini tuttuğu için, İstanbul’un işgalcilerden kurtarılışının ardından 09.11.1922 tarihinde Beyrut’a kaçtı. Yüzellilikler listesine alınması ve ihracı konusunda baskı yapılması üzerine Suriye’nin vatandaşlığını kabul etmek zorunda kalan Refik Halid, Halep’te yayımlanan Doğruyol ve Vahdet gazetelerini yönetti, bir ara kendi adına çıkardığı gazeteyi de tepkiler yüzünden kapatmak zorunda kaldı.
Af Kanunuyla, 1938′de yurda dönüp, yazmaya ve geçimini bu yoldan sağlamaya devam eden Refik Halid, 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da öldü.
ESERLERİ:
Romanları:İstanbul’un İçyüzü,Yezidin Kızı, Çete, Sürgün, Anahtar, Bu Bizim Hayatımız, Nilgün 1-2-3, Yeraltında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, İkibin Yılın Sevgilisi, İki Cisimli kadın, Kadınlar Tekkesi, Karlı Dağdaki Ateş, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh.
Hikaye Kitapları:Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri,Kirpinin Dedikleri, Ago Paşa’nın Hatıraları, Ay Peşinde, Sakın Aldanma İnanma Kanma, Tanıdıklarım, Guguklu Saat, Bir Avuç Saçma, Bir İçim Su, İlk Adım, Üç Nesil Üç Hayat, Minelbab İlelmihrab.
ilk baskısı yayınevimiz tarafından yapılan Bir Ömür Boyunca, yazarın 1922-1938 arasındaki sürgünlük yıllarını kapsayan anılarıdır. Ama anlattıkları bu yıllarla ve bu dönemin olaylarıyla sınırlı değildir. Beyoğlu’nun lokanta adabı, Sinop’taki sürgün dünyası kadar Resneli Niyazi’nin meşhur geyiğinin akıbetini de Refik Halid’in güzel ve özgün üslubundan okuruz. Bir Ömür Boyunca, yazarın ölümünden sonra yayınlanan en güzel ve önemli eseridir.
Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

FÜREYA (AYŞE KULİN) ROMAN ÖZETİ

 Şakir Paşanın ikinci evliliğinden doğan altı çocuğundan Hakkiye’nin kızı olan Füreya, 1910-1997 yılları arasında yaşamıştır. Füreya zengin bir ailede şımarık ve mutlu bir hayat sürmektedir.
         Büyük babası, annesi ve asker babasına konak bahçesindeki evi hediye ettiğinden, konakta çok kalabalık bir ailede büyümüştür. Bir kaza sonucu büyük babasını vuran büyük dayısı ailenin perişan olmasına sebep olmuş, savaşın başlaması bu perişanlığı arttırmıştır. Aile para açısından büyük bir sıkıntıya girmiş, hatta konağı satıp İstanbul’daki evlerine taşınmak zorunda kalmıştır.
         Henüz umudunu kaybetmemiş, vatan sevgisi ile dolu gençlerden birisi de Füreya’nın babasıdır. Mustafa Kemal ile Harbiye’den sınıf arkadaşı olan babası, vatan kurtarılırken Büyük Önder’in yanında yer almış ve zaferden sonra ordu komutanı olmuştur. “Dame de Sion” daki tahsilini tamamlayan Füreya, üniversiteyi de bitirir.
         Atatürk ve eşinin, evlerini ziyaretlerinde anı defterine “Millet sizden çok şey bekliyor. Siz çalışmalı ve memlekete bir şeyler vermelisiniz.” yazması Füreya’yı derinden etkilemiştir.
         Erken yaşta evlenen Füreya, eşinin kötü davranışları sonucu çocuğunu kaybederek bunalıma girer. Tedavi ile bunalımı atlatan Füreya ilk evliliğini bitirir.
         İkinci evliliğini, Atatürk’ün çok yakın arkadaşlarından birisi olan Kılıç Ali ile ailesinin itirazlarına rağmen gerçekleştirir. Kılıç Ali yaşça kendisinden çok daha büyüktür. Bu evlilik onları protokol içerisine sokar. Ankara sosyetesinin ve toplantılarının en aranılan isimlerinden biri olur. 1938′de Atatürk’ün vefatı, Kılıç Ali’yi derin bir bunalıma iter.
         Eşini motive etmek için büyük bir çaba gösteren Füreya, verem teşhisi ile genç yaşta hastahaneye yatırılır. Adadaki evde bir yıla yakın süre tedavi amaçlı kalır. Hastalığı ilerlemeye devam edince İsviçre’deki bir hastahanaye yatar. Tedavi devam ederken ressam olan teyzesinin yönlendirmesi ile kendisini sanatın (seramik) içinde bulur. Önceleri çamur ile olaya başlar.
         Tedavi için Fransa’ya nakledildiğinde seramik ile haşır neşir olur. Bir sergi açar, artık o ünlü bir seramik sanatçısıdır. Türkiye Cumhuriyetinin ilk bayan seramik sanatçısı olur. Hayatının devam eden günlerinde hem hastalığı ile hem de seramik ile uğraşır. Dünya çapında ödüller, burslar alır.
         Güney Amerika’da Aztek ve Maya uygarlıklarını inceler. Atölyesinde pek çok öğrenci yetiştirir. Çok tehlikeli bir ameliyatla hasta ciğerlerinden birini aldırır. Bu arada Kılıç Ali ile ilişkileri kopma noktasına gelir. Erkek kardeşinin kızı olan Sara’yı gelinlerinin itirazına rağmen evlat edinir. Çocuklara duyduğu özlemi onunla dindirmeye çalışır. İkinci eşi Kılıç Ali’den paylaşacak bir şeyleri kalmadığı için ayrılır. Teyzeleri ve kardeşi maddî ve manevî olarak Füreya’ya her zaman destek olurlar.
         Füreya da Türkiyenin çeşitli yelerinde ölümsüz sanat eserleri yaratır.Birçok değerli seramik sanatçısının yetişmesinde büyük rol oynar.
         Bundan sonraki yaşantısı tamamen sanata ve seramiğe yönelik olur. Seramik adına Türkiye’deki bir çok ilki gerçekleştirir. 1997′de vefat ettiğinde arkasında pek çok seramik sanatçısı, pek çok eşsiz eser ve büyük bir onur mücadelesi bırakır.
KİTABIN ANA FİKRİ:Sanatçıların yaşamlarının normal insanların yaşamlarından farklı olduğu,yaşamlarının mücadele ,heyecan ve sevgi dolu olduğu anlatılıyor.Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmakla uğraştığı yıllarda Türk milletine olan güveninin nedeni açıkça anlaşılıyor.Bir Türk sanatçının yapabileceklerinin ne kadar fazla olduğu belirtilmektedir.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
FÜREYA:Hayatının tamamına yakınını seramik sanatçılığına adamış olan bir kişidir.Risk almayı seven yapılmamışı yapmaya çalışan bir kişiliği vardır.Bunda da başarılı olduğu bilinmektedir.
KILIÇ ALİ:Hayatının büyük bir bölümünü Atatürk’e adamış bir askerdir.Zamanla daha üst makamlara yükselmiştir.Füreya ile aralarında yaş farkının fazla olmasınsa rağmen onu sevmiş ve saygı duymuştur.
Fedakarlığı seven bir yapısı vardır.
FAHRÜNİSSA:Füreya’nın seramiğe başlamasına neden olan en önemli kişidir.Sevecen ve canlı olması etrafınca beğenilmesine neden olmuştur.
KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Ben bu kitabı okuduğumda bir sanatçının hayatından çok Cumhuriyetin kurulmasında ve gelişmesinde etkili olan kişileri daha yakından tanıdım.Atatürk’ün insanları etkileme gücünün ne kadar fazla olduğunu bir kez daha anladım.Dokuz yaşındaki bir kızın defterine yazdığı iki cümlenin kızın hayatını nasıl değiştirdiğini ve Türkiye’ye yararlı bir insan olma yolunda adım atmaya başlamasına neden olduğunu gördüm.
KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ
         AYŞE KULİN, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji Edebiyat bölümünü bitirdi.Çeşitli gazete ve dergilerde editör ve muhabir olarak çalıştı.Uzun yıllar televizyon,reklam ve sinema filmlerinde sahne yapımcısı isanat yönetmeni ve senarist olarak görev yaptı.
            Öykülerden oluşan ilk kitabı Güneşe Dön Yüzünü 1984 yılında yayınladı.Bu kitaptaki “Gülizar”adlı öyküyü, Kırık Bebek adı ile senaryolaştırdı ve bu sinema filmi 1986 yılının Kültür Bakanlığı Ödülü’nü kazandı.
            1986 yılında sahne yapımcılığını ve sanat yönetmenliğini üstlendiği Ayaşlı ve Kiracıları adlı dizideki çalışmasıyla Tiyatro Yazarları Derneği’nin  En İyi Sanat Yönetmeni Ödülünü kazandı.
            1996 yılında Münir Nureddin Selçuk‘un yaşamöyküsünün anlatıldığı Bir Tatlı Huzur adlı romanı yayınlandı.Aynı yıl,Foto Sabah Resimleri adlı öyküsü Haldun Taner Öykü Ödülü’nü ,bir yıl sonra aynı adı taşıyan kitabı Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı.
            1997’de yayınlanan Adı:Aylin adlı biyografik romanı ile, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yılın yazarı seçildi.
            1998 yılında Geniş Zamanlar adlı öykü kitabı ,1999’da İletişim Fakültesi tarafından yılın romanı seçilmiş olan Sevdalinka romanı,2000’de ise Füreya Koral’ın yaşamöyküsünü anlattığı Füreya kitabı yaınlandı  



Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

FIRTINAYA (GAYE HİÇ YILMAZ) ROMAN ÖZETİ

Mehmet, Ankaraya taşınacaklarının acı haberini güzel bir bahar günü alır. Acı haber olması onun oradaki yaşam koşulları hakkında azda olsa bilgi sahibi olmasıdır. Bu karara Mehmet dışında herkes bu olay için sevinmekte ve hazırlıklarını yapmaya başlamaktadırlar. Babası başkente yerleşeceği için mutludur. Oradaki iş imkanlarının çok ve parasının fazla olduğunu aklından geçirmektedir. Fakat babasının tasarladığı gibi değildir ve bunu kendiside bilmektedir.

Mehmet bu kararın değişmesi içinde elinden geleni yapmak ister fakat onu dinlemeyeceklerinide biliyordur. Oralara gitmemiş bir çocuğun oralar hakkında kötü yargılara sahip olması arkadaşı Hayri’nin mektupları sayesinde fikir edinir. Hayri onun ilkokul arkadaşıdır. Hayri sarışın, zeki ve yaramaz bir çocuktur. Hayri’nin çok zeki bir çocuk olduğuna inanan köy öğretmeni onun buralarda harap olacağına başkentte daha iyi okullarda okuması gerektiğini anne ve babasına söyler. Ailesi ise fakir olmalarına rağmen çocuklarının ileriki hayatı için Ankara’ya giderler. Yanlarında Korsan adlı köpeğini götüremeyeceği için en candan arkadaşı olan Mehmet’e teslim eder ve bir gün onu almaya geleceğini söyler. Hayri Mehmet’e Ankara’yı her zaman mektubunda anlatır ve mutsuz olduğunu ona her defasında yazar. Bunları anne ve babasına anlatmak istemiştir fakat onu dinlemeyeceğini bildiği için vazgeçer.
Her yerin yemyeşil ve mis kokulu olduğu bir bahar gününde köyden her tarafın bina ve dumanla kaplı olduğu büyük şehire hareket ederler. Orada onları Yusuf Amcaları karşılar ve onun evinin üstündeki penceresiz sıvasız derme çatlma bir evde otururlar. Yusuf Amcaları Şen Tepe’nin zenginlerinden olmasından dolayı saygı gösterilen birisidir. Kendisinin bir terzi atölyesi vardır ve babası orada hammal olarak çalışır. Yusuf Amcalarının oğlu Hakan ile birlikte oraları tanımak ve birazda görmek için dolaşırlar. Mahallenin çocuklarına hemen ısınır. Bu arada hemen kaynaşmalarının bir nedenide çocukların Korsan’a yaklaşmak istemelerindendir.
Aralarından bir kişi Mehmet’in dikkatini çeker. Bu kişi mahallenin en fakir kişisidir. Muhlis’in  de kendine ait bir atı olması onları birbirine daha çok yakınlaştırır. Muhlis eski eşya alım satımı yaparak geçimini sağlamaktadır. Muhlis’in atını abisi Ramazan askere gitmeden önce kömürcüden almıştır. At cılız ve çelimsizdir. Fakat iyi beslenmesi sonucunda güçlü bir at olacağına inanmaktadırlar. Muhlis ve Mehmet, Yıldız’a zengin semtlerdeki evlerin bahçesinden ot yolarak iyi bir besin kaynağı bulurlar. Yıldız birkaç hafta sonra kendini toparlamaya başlar. Bu arada yaşlı bir hanım olan Zekiye Hanımla tanışırlar. Aralarında iyi bir dostluk kurulur.
Mehmet, Korsan’I Hayri’ye vermek için oturdukları yere gider. Hayri anne ve babasını kaybettikten sonra sokaklarda yaşadığını söylerler. Mehmet Hayri’yi götürmek ister fakat kabul etmez. Korsan’a da ilgi göstermez. Korsan Mehmetle geri dönmeyerek Hayri’nin yanında kalır. Günler geçtikçe bitkin ve perişan düşen Hayri ve Korsan Mehmet’in evine giderler. Mehmet fakir bir ailenin çocuğu olduğu için onları kendi yanlarına alamazlar. Onları Zekiye Hanım’ın yanına yerleştirir. O günden sonra Hayri kendini toparlayarak eski haline döner. Mehmet bir minibüsçünün yanında muavin olarak işe başlar. İşinin karşılığı olarak iyi ücret almaktadır.
Muhlis’in abisi Ramazan bir gün askerden gelerek sürpriz yapar. Ramazan uzun boylu yakışıklı birisidir. Bu izin süresinde Mehmet’in ablası Hatice ile yakınlaşmaya başlarlar. Aralarındaki bağı dahada kuvvetlendirmek amacıyla piknik düzenlerler. Piknik bitimi dönüşte belediye görevlileri Korsan’ı vururlar. Herkes şaşkına döner. Bu işin ucu yaramaz ve huysuz bir çocuk olan Hakan’a dayanır. Mehmet içindeki kin ve öfkeyi Hakan’ı döverek üzerinden atmaya çalışır. Fakat Mehmet için önemli olan bunu yakın dostu Hayri’ ye nasıl anlatacağıdır. Günler sonra Mehmet’le Muhlis Yıldıza binerek Zekiye Hanım’ın ziyaretine giderler. Hayri’ ye olayı baştan itibaren anlatırlar. Hayhri olay karşısında üzülmez. Buda Hatyri’nin olgun ve olaylara geniş bir yelpazeden baktığının bir göstergesidir. Mehmet Hayri’nin tepkisine karşı bir yandan Korsan için üzülürken, Hayri için sevinir. Yağmur nedeniyle yollar çamurlu ve kaygan olduğu için eve dönerken araba devrilir. Elektrik tellerinin yerde sarkık olmasıyla Muhlis ve Yıldız orada hayatını kaybeder. Mehmet üzüntüsünü gidermek için hayalindeki planları gerçekleştirmeye başlar. Mehmet iyi güzelce bir tay alarak köyünün yolunu tutar.
ROMANIN KONUSU:
Ekonomik nedenlerden ve büyük kent özleminin başlattığı göçün getirdiği sıkıntıları, kentte düşülen açmazları ve uyumsuzlukları anlatmıştır.

ROMANIN ANA FİKRİ
İnsanların artık kalıplaşmış bilgi dağarcığından çıkıp olaylara geniş bir yelpazeden bakması gerekir. Toplumumuzda insanların yaşları ile değilde fikir ve davranışlarıyla değerlendirmemiz gerektiğini anlatmaktadır.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE KİŞİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Hayri, parlak, sarı saçlı yakışıklı bir çocuktur. Aynı zamanda çok ta zeki bir kişiliğe sahiptir.
Mehmet, 12-13 yaşlarında bir çocuktur. Kısa boylu, sevimli ve her işin üstesinden gelmesini bilen birisidir.
Ramazan, yakışıklı, uzun boylu, esmer bir delikanlıdır. Aynı zamanda çok azimli, tuttuğunu koparan, her işin üstesinden gelen bir yapısı vardır.
Zekiye Hanım, yaşlı ve sevecen birisidir. İnsanlardan yardımını esirgemeyen, yumuşak kalpli, zengin bir ev hanımıdır.
Muhlis, fakir bir aile çocuğudur. Zeki ve ileri görüşlüdür. Aynı zamanda resme karşı çok büyük bir ilgisi vardır.  
ROMAN HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Bence  bu kitap gayet akıcı bir dille yazılmıştır. Bu yüzden kitabın sıkıcı olma özelliği yoktur. Ben şahsen bu kitabı zevkle okudum ve hiç sıkılmadım. Olaylar gayet inandırıcı nitelikteki olaylardır. Gerçek hayattada böyle durumlara rastlama olasılığı gayet yüksek. Bu kitap sade bir dille yazıldığı için anlaşılır ve herkes tarafından okunabilecek bir kitaptır.



Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

ERMENİ İDDİLARI VE GERÇEKLER (DR. HÜSAMETTİN YILDIRIM) KİTAP ÖZEti

KİTABIN KONUSU: Birinci Dünya Savaşı esnasında Ermenilerin izlemiş oldukları politika
KİTAP ÖZETİ:
Avrupa ve Asya kıtaları arasında köprü konumunda olan Türkiye;Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan boğazları,Ortaasya,Kafkasya ve Ortadoğu’daki doğal enerji kaynaklarının kesiştiği noktadaki jeopolitik konumuyla bütün dünyanın dikkatini çekmektedir.
Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu,bugün de Türkiye,bu jeopolitik ve jeostratejik konumundan dolayı çeşitli entrikaların çevrildiği bir alan olmuştur.İmparatorluğu parçalayarak tarih sahnesinden silmek isteyen sömürgeci devletler,bu entrikalarında yüzlerce yıldır Türklerle dostça yaşayan Ermenileri de kullanmışlardır.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan ülkeler olmaktadır.Bazı ülkelerde Türkleri ve Türkiye’yi sözde soykırımla tanımaya yönelik kararlar parlemento gündemlerine getirilmektedir.
I.Dünya Savaşı’ndan önce çoğu kez üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören Ermeniler,Türklerin Anadolu’ya girişlerini takiben;bir yandan Türklüğün adil ve insani töresinden yararlanmışlardır.Askerlikten,kısmen de vergiden muaf tutulurken ticarette,zanaatta,çiftçilikte ve idari işlerde yükselme fırsatını elde etmişlerdir.Hatta devlet kademelerinde de önemli görevlere yükseleneler vardır.
Ancak,Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı dönemlerde,hemen her konuda Avrupa’nın müdalesi baş gösterince,Türk-Ermeni ilişkilerinde bozulmalar başlamıştır.I.dünya Savaşı sırasında ise,Osmanlı askeri olarak düşmana karşı savaşan veya geri hizmetlerde çalışan Ermiler de bulunmasına rağmen,bunların büyük bir kısmı cephede düşmanla birlikte Türklere karşı savaşmış,yüz binlerce Müslüman’ın hayatına kastederek Anadolu’yu bir harabe haline çevirmişlerdir.
Çıkarılan Sevk ve İskanla ilgili mevzuata uymadıkları gerekçesiyle toplam 1397 Ermeni çeşitli cezalara çarptırılmıştır.Savaş bölgesinde oturan ve birliklerin hareketini engelleyen,karşı tarafa istihbarat sağlayan,yardım ve yataklık yapan ya da düşman ile birlikte onun safhında hareket eden halkların ve grupların cephe gerisine gönderildiği görülebilir.Sevk ve İskanın bir amacı da sivil halkın savaştan zarar görmesini önlemektir.
            Türkiye’de bugün,anne ve babaları ve büyükanne ve büyükbabaların I.Dünya Savaşı’nın korkunç olaylarına ilişkin hikayelerini hatırlayan milyonlarca kadın ve erkek vardır.Bu hikayelerde,tecavüzler ve evlerden zorla çıkarılmalar anlatılmaktadır.Kendilerine sorulduğunda,ailelerinin geçmişini üzüntü ve kızgınlık içinde anlatmaktadırlar.
            Ermeniler gibi,Türkler de düşmanları tarafından öldürülmüşlerdir;onlar açısından düşmanlar çoğu zaman Ermeniler olmuştur.Türkler de Ermeniler gibi zamanında  zorunlu göçlere maruz kalmışlar ve bu göçler sırasında çok sayıda insan hastalık ve açlıktan ölmüştür.
            Türk bilginleri ve Türk hükümeti her iki tarafın yaşadığı acıları fark etmeye ve üzülmeye başlamıştır,ancak en çok hatırlarında kalan,doğal olarak kendi insanlarının çektikleridir.    
            Türler kendileri,tarihlerini saptıranlara karşı çıkmamış olmaktan dolayı suçludurlar.1912 ve 1922 yılları arasında korkunç savaşlardan sonra Türkiye büyük bir harabeye dönmüştür.Şehirler yıkılmış çiftlik hayvanları öldürülmüş,ağaçlar ve ekinler geride hiçbir tohum kalmaksızın yakılmıştır.Bunula birlikte,yine de bazıları savaşların devam etmesini istemiştir.Türklere ait olan topraklar düşmanların elinde kalmıştır.Savaşlarda herşeylerini kaybedenlerin akıllarında intikam duygusu yer etmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni bu duyguların yönetmesi halinde daha fazla ölüm olayı yaşanacaktı. Mustafa Kemal Atatürk hükümeti bu nedenle geçmişteki kayıpları görmezlikten gelen ve eski düşmanlarla barış imzalayan bir politika ortaya koymuştur. Türk hühmeti, Ermenilere ve diğerlerine karşı Türk davasında baskı yapılmasının eski nefrtleri canlandıracağını ve savaşa davetiye çıkaracağını hissetmiştır. Bu yüzden Türkler dertleriyle ilgili hiç birşey söylememişlerdir.bu, o dönem için alınabilecek en doğru karardı. Hiç kimsenin Türkler adına konuşmaması ise bu noktadaki olumsuz sonucu oluşturmuştur.
            Türkler, ancak Ermeni teröristlerin Türk diplomatları öldürmeye başlamasından sonra politikalarını değiştirmişlerdir. Arşivlerini açmışlar ve savaş dönemine ait belgeler yayınlamaya başlamışlardır. Bunlar, yıllar boyu  sürecek, tekrar edilen bilimsel bir araştırmanın bir parçası olmuştur.
KİTABIN ANA FİKRİ:
Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir.Yazan yapana sadık kalmadığı müddetçe değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet kazanır.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Tamamen gerçek,yaşanmış ve anlatılması duygu bakımından acı veren olaylarla kaplanmıştır.
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Akıcı,etkileyici ve okudukça okuyucuyu sürekli olarak olayları sanki kendisinin yaşadığını anlamasını sağlayan harika bir kitaptır.
KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
1943 yılında Adana’da doğdu.ilköğretimi Adana Mehmetcik ilkokulu,Ortaöğretimi Nurettin Ersin ve mütakiben Atatürk Lisesi’ni bitirdi.1960 yılında ankara Dil-tarih Coğrafya Fakültesi’ne girmiş ve 1981 yılında aynı üniversitede master ve doktorasını tamamlamıştır.Aynı üniversitede öğretim üyesidir ve ileri seviyede Almanca,ingilizce bilgisi vardır.Bu çeşit birçok eseri vardır.


Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...

ESKİ HASTALIK (REŞAT NURİ GÜNTEKİN) ROMAN ÖZETİ

Züleyha’nın çocukluğu İstanbul’da geçmişti. Annesi ölmüştü. Babası Ali Osman Bey askerdi.
Züleyha babasını tanımaya vakit bulamamıştı. Birkaç senede  bir İstanbul’a uğrar, yirmi otuz gün ailesinin yanında kaldıktan sonra, tekrar kıt’asına dönerdi. Yusuf ise Ali Osman Bey’in askeriydi. Onunla birçok kere muharebelere katılmıştır. Yusuf daha sonra belediye reisliğine kadar yükselmiştir. Yusuf annesi Enise Hanım ile birlikte Gölyüzü çiftliğinde yaşamaktadır.
       Züleyha, Yusuf’u babası sayesinde tanımıştı. Bir gün Ali Osman Bey kızına mektubunda: “İstanbul’dan hareketini bana telgrafla bildir. Seni, Yenice istasyonunda beklemeye gelirim. Oradan beraberce Silifke’ye gideriz.”. Ancak Ali Osman Bey yoğun işlerinden dolayı istasyona Yusuf’u kızını Silifke’ye götürmesi için göndermişti. Bu sayede  Yusuf ile Züleyha Yenice istasyonunda tanışmışlardı.
         Züleyha, Gölyüzü çiftliğine gittikten bir süre sonra babası Ali Osman Bey de geldi. Bu çiftlikte Yusuf annesi Enise Hanım ile birlikte yaşıyordu. Çiftlikte geçen günler boyunca Züleyha ile Yusuf birbirlerini sevmişlerdi. Enise Hanım da Züleyha’yı oğluna gelin olarak beğenmişti. Oğlunun Züleyha ile evlenmesini istiyordu. Nitekim, Ali Osman Bey de razı olunca Züleyha ile Yusuf  müthiş bir düğünle evlenmişlerdi. Çift, evlendikten sonra aralarında hep soğukluk olmuştu. Zaten hasta olan Ali Osman Bey bir müddet sonra ölmüştü. Züleyha iyice çöktü. Yusuf karısındaki melânkolinin gittikçe arttığını gördükçe üzülüyordu. Ayrıca Züleyha, Yusuf’un sık sık belediye işlerinden konuşmasından rahatsız oluyordu. Yusuf’un bu belediye politikası davaları aralarını şiddetle açmıştı. Züleyha kocasına karşı tenkitlerde çok sert davranıyordu. Günün birinde Züleyha, Yusuf’a ayrılmalarını teklif etti. Yusuf da bunu kabul edince mahkeme bir yıl sonra resmî olmak üzere ayrılmalarına karar vermişti. Ama onlar hâlâ karı kocaydılar.
            Züleyha İstanbul’a dayısının yanına gitti. Burada tanınmış tüccarlardan birinin oğlu ile tanışmıştı. Bu genç ile Alemdağı’na giderken trafik kazası geçirdi. Züleyha yaralı halde hastahanede yatarken gazeteler olayı resimlerle beraber isimleri de yazarak ortaya koymuştu. Yaralı kadına bütün arkadaşları ziyarete geliyordu. O bu durumdan sıkılıyordu. Ziyarete gelenlerin hemen gitmesi için ağır hasta numaraları yapıyordu.
            Yusuf bu kaza olayını öğrenir öğrenmez hastahaneye gitti. Ne de olsa eski karısıydı. Fakat resmî olarak evliydiler. Mahkemenin verdiği bir yıllık süre dolmamıştı. Yusuf karısının tedavisi için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaması için doktorlara emirler veriyordu. Züleyha’yı Gölyüzü’ne götürmek istiyordu. Uzun bir deniz seyahatinin karısının sıhhati için iyi olacağını düşünüyordu. Taşucu, Akdeniz kıyılarında işleyen küçük bir yük vapuru idi. Yusuf bu vapurla Züleyha’yı Silifke’ye on beş günlük bir deniz yolculuğu ile götürmeyi plânlamıştı. Züleyha kocasının bu isteğine razı olmuştu. Ancak Züleyha’nın hastahaneden çıkmaması gerekiyordu. Yusuf buna karşı çıkarak, karısını kucakladığı gibi Taşucu’na götürdü. Geminin, bir bacağı takma olan ihtiyar bir kaptanı vardı. Ayrıca güvertede beyaz bıyıklı, fakir kıyafetli bir ihtiyar daha bulunuyordu. Bu ihtiyar, geminin hususi doktoru Emin Bey idi. Züleyha bu halde bir insanın çalışmasına hayret etti. Vapur, Sirkeci açıklarında bir şamandıraya bağlı idi. Artık Gölyüzü’ne uzun bir deniz seyahati başlamıştı.
            Yusuf’un bu seyahati yapmasının asıl amacı zaten soğuk bir insan olan Züleyha’nın yeni kasabalar, yeni insanlar görmesini sağlamaktı. Nitekim istedikleri yerde duruyorlar, durdukları yerleri geziyorlardı. Taşucu gemisi ile Tekirdağ’dan başlamak üzere, Marmara’nın büyük küçük hemen hemen bütün iskelelerine uğradılar. Marmara bittikten sonra Çanakkale Boğazı’na girilmişti. Çanakkale’de muharebe yerlerini bir gün boyunca gezdiler. Yusuf, Züleyha’ya Ali Osman Bey ile muharebede yaralandıkları yeri gösterdi. Züleyha bunlardan etkilenmişti.
            Doktor Emin Bey fazla yaşlı olduğu için yolculuk ona yaramıyordu. Yolculuk sırasında hastalandı ve bu hastalığın sonucunda vefat etti. Züleyha onu sonradan çok sevmişti. Hatta ölünce ağladı. Taşucu gemisinin tayfasını Midilli, Sakız, Girit gibi adalardan gelen düşkünler oluşturuyordu. Bu düşkünler geminin eğlencelerini de düzenliyorlardı. Gemi artık Silifke’ye ulaşmıştı.
            Bu seyahat sonucunda, Yusuf Züleyha’yı hiç bu kadar konuşurken görmemişti. Belki de bu deniz seyahati amacına ulaşmıştı. Resmî olarak ayrılmaları için iki ay kalmasına rağmen Züleyha ile Yusuf’un arası hiç bu kadar yakın olmamıştı. Yusuf ayrılmalarına rağmen Züleyha’nın hemen iyileşmesi için niçin bu deniz seyahatini yapmıştı ve resmî olarak ayrılma süreleri gelene kadar Züleyha’nın Gölyüzü’nde kalmasını istemişi. Yusuf buna cevap olarak, Züleyha’ya babasının askerlikte kendisine yaptığı iyilikleri ve fedakârlıkları söyledi.
            Züleyha, çok sevdiği Gölyüzü’nde son günlerini yaşıyordu. Züleyha’nın ayrılma vakti gelmişti. Yusuf ile birlikte Mersin istasyonuna gittiler. Züleyha asla unutamayacağı deniz seyahati için Yusuf’a teşekkür etti. İstasyonda konuşurlarken ekspres gelmişti. Züleyha büyük bir üzüntüyle Yusuf ile vedalaşarak Mersin’den ayrıldı.                  
ROMANIN ANA FİKRİ:
             Hayata küsmüş ve hasta olan insanları kazanmaya çalışalım. Her insan gibi onların da iletişime ihtiyaçları vardır.
ROMANDAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
             Züleyha: Konuşmayı sevmeyen ve kalabalık bir yerde bulunmak istemeyen, iyi eğitim görmüş, kültürlü bir insandır. Yusuf’un üç yıl süre boyunca karısı olmuştur.
             Yusuf: Her bulunduğu yerin hakim ve sahibi kesilmek isteğinde bir erkekti. Sadece uşak, hizmetçiler değil, şahsiyet sahibi, belli başlı birtakım insanlar da ona itaat ederlerdi. Züleyha’nın kocasıdır.
             Ali Osman Bey: Züleyha’nın babasıdır. Birçok muharebede komutanlık yapmıştır. Ailesini işinden dolayı çok az görürdü. Fedakâr bir askerdir.
             Enise Hanım: Yusuf’un annesidir. Çiftlikte sade bir hayat yaşayan, geleneklere bağlı bir kadındır.
ROMAN HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
              Romanda birçok kişi, olay ve yer tasvir edilmiştir. Gemiyle yapılan yolculuk sırasında Yusuf ile Züleyha’nın ziyaret ettikleri yerler de anlatıldığı için bir gezi yazısı özelliği de taşımaktadır. Olaylarda ayrıntılara da önem verilmiştir.
ROMANIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:
REŞAT NURİ GÜNTEKİN (1889-1956)
  Çağdaş Türk edebiyatının oluşumunun öncülerinden olan Reşat Nuri Güntekin, roman, öykü ve oyunlarında toplumun farklı kesimlerinin sorunlarını dile getirmiş; yapıtlarıyla geniş kitlelere ulaşabilmiş biridir. Yarattığı etkileyici duyarlık evreniyle; toplumun moral değerlerinin gelişmesinde, yetişmekte olan yeni kuşakların duygu ve düşünce dünyalarının zenginleşmesinde yönlendirici olmuştur.
                 Reşat Nuri, 25 Kasım 1889′da İstanbul’da doğdu. Babası askerî doktor Nuri Bey’dir. İlköğrenimini Çanakkale İptidai Mektebi’nde yaptı. Çanakkale İdadisi’nde bir buçuk yıl okuduktan sonra, bir süre İzmir Frere’ler Okulu’na devam etti. Buradan tasdikname ile ayrıldı, sınavla girdiği İstanbul Darülfünun (Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’nde yüksek öğrenimini tamamladı (1912). Bursa Sultanîsi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı (1913). İstanbul Vefa ve Erenköy liselerindeki müdürlüğü sonrası (1916-1919); Kabataş, Galatasaray, İstanbul Erkek liseleriyle; Çamlıca ve Erenköy Kız liselerinde Türkçe, edebiyat, felsefe, eğitbilim, Fransızca dersleri okuttu (1919-1931). Millî Eğitim müfettişi oldu (1931-39). Bir dönem Çanakkale milletvekili seçildi (1939-43). Millî Eğitim başmüfettişliği (1947); Paris Kültür Ateşeliği ve öğrenci müfettişliği görevlerinde bulundu (1950). Ateşeliği sırasında, UNESCO’da Türkiye temsilciliği yaptı. Emekli olduktan sonra (1954), İstanbul Şehir Tiyatroları’nda edebi kurul üyeliğine getirildi. Kanser tedavisi için Londra’ya gitti. 7 Aralık 1956′da burada öldü. Karacaahmet Mezarlığı’na gömüldü.
            Başlıca Yapıtları:
-         Yeşil Gece
-         Çalıkuşu
-         Damga
-         Eski Hastalık
-         Yaprak Dökümü
-         Kavak Yelleri
-         Yaban
-         Kavak Yelleri





Bu yazılar sizin romanlarda seçimleriniz içindir...