------------------------------- Sitemizde lütfen yorum atarken ahlaki kuralları göz önünde bulundurarak yorum atalım... ----------------------------------- Sitemize kayıt olmanıza gerek yoktur... ---------------------------------- Yeni yazarlar aranmaktadır... ------------------------------- Sitemiz artık Googlede... ---------------------------- turkleroyun@hotmail.com' dan bana ulaşın..

19 Temmuz 2011 Salı

Ahu Parlar - Kutunun İçi

Kutunun İçiAra sıra yaşamım bana başı sonu
olmayan bir öykü gibi gelmiş,
başı ve sonu eksik tarihsel bir metnin
bir parçası olduğumu düşünmüşümdür.
Ahu Parlar - Kutunun İçi



Carl Gustav Jung, Anılar Düşler Düşünceler


Bu satırların yazarı beni bir tür
kendini bilme yeteneği ile yarattı.
Bu çok ciddi bir şey. Üstelik bunun ciddi
bir şey olduğunu bilmeme de izin veriyor.


Murat Gülsoy, Yazarın Belleği

Gerçeklikle hiçbir ilişkisi yoksa
kurmaca ölür.

Sarkis


Şimdi bir pencere olsaydı (ve tabi bir de sigara), dışarıyı izler sigara içerdim. Dudaklarımın arasından sızan dumanla hafiflemeye çalışırdım.
Bir nefes... Bir nefes daha. Bir işe yaramazdı. Tek bir dalın, yaprağın dahi kıpırdamadığı günlerden biri olurdu bugün. Gökyüzünün kalın gri bulutlarla kaplı olduğu, ama toprağa tek bir damlanın düşmediği mağmum günlerden biri...
En çok böyle bir günde “boşlukta asılı küçücük bir kutunun içine sıkıtırılmış” hissederdim. Yirmi döşeğin altındaki ufak bezelye taneciği gibi (sebepsiz yere) rahatsız ederdi herşey, beni. Ne varsa çok kaba ve hantal gelirdi. Hiçbir şey sınırlarından kurtulamıyor diye düşünürdüm sonra. Sıkışıp kalırdım. Bütün bunlar gerçekten olabilseydi eğer... Ama şimdilik ilgisiz bir boşluğum sadece. Hiçbirini hissedemem; o istemedikçe.

***

Karanlığın ortasında parlak, turuncu, küçük bir ışık.
Pencerenin yanında durmuş dışarıyı seyrediyordu. Gökyüzü sümbüliydi. Bir yağsa, bitse bu yapışkan sessizlik. Biryerlerde birşeyler kırılıyordu ya da kırılacaktı... Kulağı telefonu izliyordu. Çalmasından korkuyordu; midesinde karanlık kelebekler uçuştu.

Sigaradan bir nefes çekti içinin boşluğuna doğru... Bir nefes daha. İkinci sigara icin bir bardak çay daha içmek zorundaydı şimdi... Sigara, çay ve televizyonun kumandasını aldı. Koltuğa oturup televizyonu açtı. Evde gürültü olsun istedi, ama istemedi de. Ekranın boşluğu yutacaktı sanki onu: Televizyonu kapattı.

Yıldızsız, aysız bir gece. “Birşeyler okuyayım” dedim kendi kendime. Dün akşam merakla karıştırdığı kitabı aldı önüne...
“Benden başka kimse böyle şeyler hissetmez mi yahu” diye bağırmak istedim sokağa doğru. Yok mu allahın bir kulu daha? Şöyle avazın çıktığı kadar...

Başkalarının hayatından bana ne ki? Herkes kendi üzerine düşen rolü elinden geldiği kadar oynuyor. Kimi bilmişler de bu rolleri alıp, kapaklayıp ya da öyküler uydurup yine kapaklayıp, bu hayatın içinde kıvranan, kendini bunca güçsüz hisseden insanlara geri satıyorlar! Bir anda hepsinden; bütün yazarlardan, tüm şairlerden, eline kalem alıp birşeyler yapmış herkesten nefret etti. Kitabı bıraktı. Nereye olduğunu farkına bile varmadan. Mutfağa gitti. Süpürge ve faraşla döndü. Bir iki süpürdü, vazgeçti. Yüzündeki sıkıntı temizlenmemişti daha; bulaşığa koştu. İki tabak, bir bardak. Toz almak, fazla yorucuydu... Zaten hiçbir anlamı da yoktu. Herşey yarım kaldı...
“Zaten yarımım.” (Yağsa; boşluklar yağmur suyuyla dolardı belki, hafiflerdin?)

***

Onun geleceği zamanları sezinliyorum. “Vücudumun her yerinde minik pencereler varmış da hepsi de aynı anda aralanmış gibi hissediyorum” derdim; tarif etmem gerekseydi. Ve beklemeye koyuluyorum. Böyle birşey işte. Damarlarım olsaydı eğer, onun kanı akıyor diye anlatırdım: Aramızdaki bağı anlamanıza yardımcı olurdu bu. Ben ondan daha fazla o’yum aslında. Bilinçdışına ait herşey gibi.
Belleğinin karanlık dehlizlerinde ilk kez soluduğumda sadece bir çift gözdüm. (Yeşil bir çift göz, düşlemişti. Sonra komik bir burun koydurdu suratımın ortasına. Ve ayrık öndişler... Bana müstehcen bir hava verdiğine inandı. Saçlarımı upuzun sapsarı tasarladı. Yele gibi. Ellerimi küçük. Küçücük.)
Şimdi bunların hiçbir önemi yok. Çünkü o bambaşka bir öyküyle meşgul. Ve (ondan daha fazla o olan) ben nefes alamıyorum. Ama buradayım işte. Zihninin karanlık bir odasında, havada asılı kapalı bir kutunun içindeyim. Kedi gibi. Hem ölü hem canlı.

***

Yağmur yağmadı bir türlü. Bekledi. Oturdu, kalktı, yürüdü, uzandı. Odalara girdi çıktı. Sonunda bir şemsiye kaptığı gibi kendini sokağa attı Lilith. (Tek damla yok...) Az sonra sekiz on sokak ötede, onun muaynehanesinin önünde buldu kendisini. (Işıkları yanıyor! Bu saatte hala burada!) İşte yine yenik düşmüştü, kendisine. Bu oyunun kurallarını anlayamıyordu bir türlü, ayak uyduramıyordu. Dudağını ısırdı hırsla.
Biliyordu, az sonra titrek ellerle kapının zilini çalıyor olacaktı. Ve cerrahlara ait o hüzünlü ve vakur ifadeyle açacaktı kapıyı, Dr. Adam Sign.
Dizleri çözülecekti Lilith’in. Aklında onun beyaz parmaklarını emme isteği... Hayat kurtaran ellerini, yaşam veren parmak uçlarını. Girecekti içeriye doğru.
Orada, Adam’dan yayılan ilaç ve parfümle karışık kokuyla dopdolu o hardal renkli duvarların ortasında binbir türlü bahane uyduracak; “Sol tarafımda ağrı var yine. Bir göstermek istedim” gibi birşeyler geveleyecekti. Yine (sadece) hayal perdesinde yaşanacaktı herşey. Adam tüm günün yorgunluğa, geç saatlere kadar çalışmış olmanın bezginliğine ve evde bekleyenlere rağmen içten ve sıcacık ilgisini esirgemeyecekti. Umutlanacaktı Lilith. Yine.

Zilin düğmesine korkar gibi hafifçe bastırdın.

***

Yazmayı bıraktığında ben oradayım. Bilgisayarını kapattığında... Belleğinin karanlıklarında yeşil bir çift gözüm. Harfler matbaa mürekkebi ile karışıp sayfalara düştüğünde de oradayım. Kitapçının rafında beklerken de. Onun öykülerine hayran genç bir kadının elinde yutulurcasına okunurken dahi... Oradayım. O uyurken ya da unuttuğunda.
Öyle ya hiçbir şey unutulmuyor aslında. Hiçbir şey yok olmuyor. Zihninin etten tununda (kapalı bir kutunun içinde) kıpırtısız, gömülü duruyorlar. Tekvinle örtülmüş, birleştirilip resmi oluşturmayı bekleyen minik noktalar gibi.

Ve o geldiğinde, menekşe renkli bu hayali odada buluştuğunmuzda; uzayda yüzercesine üzerimde hiçbir ağırlık hissetmediğim zamanlar oluyor. Tek bir harf; ve kutu puf diye yok oluyor. Yazdığı her harf her sözcük benliğime kazınıyor. Varlık-çizgilerimi kalınlaştırıyor. Sonra bir düşte onun (beni ben yapan) sözcüklerinin ortasında yüzüyor oluyorum. Özenle yerleştirdiği harflere dokunuyorum. Sözcüklerinin arasındaki boşlukları içime çekiyorum. Harflerin önüne, arkasına gizlediği ipuçlarını arıyorum.

(Varlığı da yokluğu da yetmiyor.)

***

Adam’ın muaynehanesine gittiğinden bu yana 5 gün geçmişti. Hala ateşler içindeydi. Pamuklu beyaz çarşafların ortasında bir sağa bir sola dönüyordu. Uyumak isteği...
Uyumak ve rüyamda onu görmek...

İlaçları evine yollamasını rica etmişti. Böylece Adam’da adresi olacaktı. Belki ilaçları kendi getirmek isterdi? Ya da orada “unuttuğu” şemsiyesini? Diyelim getirdi, diyelim ki ilaçlar ve şemsiye ile evime geldi. N’olacak? Beni sevdiğini söyleyecek, sevişeceğiz, eşini bırakacak ve sonsuza kadar mutlu mesut yaşayacağız. Öyle mi? Acı acı gülümsedi Lilith. Sadece masallarda olurdu bunlar. Günaha sokan türden masallarda!

Zil sesiyle düşünce bulutları dağıldı.

***

Bir öyküsünde tanıştığı evli bir adamın hayatını alt üst eden kadın rolü vermişti bana. Ağır ağır sızmıştım adamın yaşamına. İlk başlarda fark etmemişti bile benden etkilendiğini. Sonra bir başkasının hayatının ortasında buluvermişti kendisini. (Pandora merakını yenemeyip) Evli bir adamın ‘yaşam kutusunun’ kapağını düşünmeden kaldırdığı için belki de acı kırıntılar saçılmıştı heryere.

Harfler, sözcükler o kadar yüklü o kadar sıcaktı ki “Onun başına da buna benzer birşey gelmiş” diye düşünmekten alamamıştım kendimi. Evli yani. Öyle olmalı. Mutlu bir evliliği var hatta. Karısını seviyor, anlayabiliyorum yazdıklarından. Yumuşak başlı akllı bir kadın olmalı. Usul usul yaşayanlardan... Kutu gibi minikicik, sıcakcık evlerinde sakin ve yumuşak bir ses tonuyla sohbet ediyorlardır akşamları... Herşeyi konuşuyorlardır.Ama birbirlerine dokunduklarında tutuşmuyorlardır artık. Veya kıvranmıyorlar heyecandan.
Ve o öyküleriyle teselli buluyor. (“Duygu oluşumu düş gücünün bir ürünü olabilir mi diye” düşündün.) Sırılsıklam bir sevişme sahnesi yazarken karnına ağrılar giriyor, kasıkları ısınıyor...
Yanakları kızarıyor. Ve biz sevişiyoruz.

***

Vücudunda, Adam’ın dudaklarının değdiği her zerrede zehirli çiçekler açıyordu. Tutuşmuştu; saçları, gözleri, parmaklarının ucu... Oda alevler içindeydi. Az sonra yağmur yağacak ve yok olacaklardı.

(Yasak elmalar düşüyordu gökten, sağnak halinde.)

***

Kaburga kemiğine bir ağrı saplanıp da aklına düştüğüm ilk dakikayı anımsıyorum. Ne çok şey ekleyip çıkardı sonra öykülere... Onlarca kez baştan yazdı. Sildi. Tekrar yazdı. Yırttı attı. Sakladı. Ruh halim de devamlı olarak biriktirdiği zamanla çığ gibi büyüdü. Ve işte kutuya sığmıyorum artık. İşin komik tarafı; yalnızca bir boşluk algılamama ve bilinmezliğine karşın, bu hapishanenin gerçek yalnızca oymuşcasına büyüleyici bir çekiciliği var. Belki de onun geldiği, düşün gerçeğe karıştığı zamanlar yüzünden.
Günün (ya da öykünün) sonunda kutunun kapağı açılmadığı sürece ben hem ölüyüm hem canlı.

***

O geldi, şemsiyemi getirdi! Seviştik. Gerçek bu. Ve başka hiçbir şeyin önemi yok artık. Karısı, vazgeçemediği mesleği, düzeni, bitmek bilmeyen hastaları... Geriye kalan ne varsa, hepsi kurmaca. (Bir daha, bu yaşamın özellikle onun için kurulan üçboyutlu bir kutuyu andıran bir evrende geçtiği duygusundan kendini kurtaramadın.)

***

Tut ki birileri kutunun kapağını kaldırdı: Kedi ölür... Canlı da olsa; ölür.
Ardında başı ve sonu olmayan öyküler bırakır.


Ahu Parlar

Hiç yorum yok: