------------------------------- Sitemizde lütfen yorum atarken ahlaki kuralları göz önünde bulundurarak yorum atalım... ----------------------------------- Sitemize kayıt olmanıza gerek yoktur... ---------------------------------- Yeni yazarlar aranmaktadır... ------------------------------- Sitemiz artık Googlede... ---------------------------- turkleroyun@hotmail.com' dan bana ulaşın..

21 Temmuz 2011 Perşembe

Victor Hugo - Sefiller

KİTABIN ADI : SEFİLLER
KİTABIN YAZARI : VICTOR HUGO
YAYINEVİ : VARLIK YAYINLARI
BASIM YILI : 1992
Victor Hugo


KİTABIN KONUSU
Bu romanda Jean Valjean adlı bir köylünün, 19. yy.’un ilk 30 yılındaki serüvenleri anlatılır.Valjean aç ailesini doyurmak için ekmek çaldığından bir kadırgada kürek çekmeye mahkum edilmiştir.
ESERİN ÖZETİ
Birkaç kez kaçma girişiminde bulunduğundan mahkumiyet süresi 19 seneye çıkarılır 1815’de serbest bırakılır. Valjean Güney Fransa’da D kasabasına gider. Bir kürek mahkumu olduğundan kimse onu barındırmak istemez. Sonunda yaşlı ve çok iyi bir insan olan kasabanın piskoposu onu yanına alır ve ona çok iyi davranır. Valjean onun bu konuk severliğine piskoposun yemek takımlarını çalmakla karşılık verir. Polis kısa bir süre sonra Valjean’I yakalar ve piskoposa getirir piskopos Valjean’I hayrete düşürürcesine, yemek takımını Valjean’a hediye verdiğini söyler. Valjean’ın karşılaştığı bu durum onu derinden etkiler. Ondan sonra piskoposun güvenine layık olmaya mümkün olduğu kadar erdemli ve dürüst bir hayat sürmeye söz verir.
Valjean yıllar sonra takma bir adla Kuzey Fransa’da mücevherat üreticisi olarak devam ediyordur. Üretimde bir iki basit gelişme gerçekleştiğinden şimdi varlıklı bir insandır. Kasaba halkının güvenini kazanmış ve hatta belediye başkanı bile seçilmiştir. Kasabanın müfettişiJavert, tam bir dedektiftir ve amirinin kişiliğinden şüphe eder. Onu tam yakalattıracağı sırada adının Valjean olduğu bir diğer insanın başka bir suçtan yakalandığını ve tekrar kadırgaya gönderileceği haberini alır. Çok mahçup duruma düşen polis müfettişi belediye başkabıbdan özür diler, onun hakkında şüphelere düştüğünü anlatır. Valjean kendi adını taşıyan suçsuz bir insanın acı çekmesinden ötürü vicdan azabı duyar. Kahramanca bir hareketle mahkemeye gider, kendisini tanıtır ve kendi isteğiyle kürek mahkumluğuna döner. Birkaç yıl sonra tekrar kaçar ve kuzeye gider. Üretici olarak iş yaptığı yılların karşılığı olan parayı buraya gömmüştür. Para onu rahatça geçindirebilecek ve çevresinede yardım etmesine de imkan verecektir. İlk işi Cosetta adında bir kızı aramak olur. Kız bir zamanlar yanında çalışan Fantina’nın kızıdır. Fantina kızına bakmak için fahişelik yapmıştır. Fantina artık ölmüştür ve onu yetiştiren üvey anne ve babası ona kötü muamele etmektedir. Valjean onu evlatlık alır ve ona derin bir sevgiyle bakmaya başlar. Beraberce Parise giderler. Valjean bir rahibe manastırında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve Cosette da manastırın okuluna gider.
Cosetta büyüyünce Parisli bir öğrenci olan marius Pontmercy adında bir genç onunla ilgilenir. Cosette ve Marius, Paris’in Luxenburg Gardens adındaki parkında tanışırlar ve Valjean’ın kendisini ve Cosette’yi gizli tutmasına rağmen gizliden gizliye mektuplaşırlar.
Olaylar, ülkedeki iç huzursuzluklar sırasında doruğa ulaşır. Sosyalistler 1832’de, Paris’te hanedanlığa karşı başarısız kalan bir baş kaldırma hareketine girişirler Marius ve arkadaşları bu isyanda yer alırlar ve sosyal adalete bağlılığından ötürü kim olduğunun meydana çıkmasına bile aldırış etmeyen Valjean da isyana katılır. Sokak çatışmalarının ortasında eski düşman Javert ile karşılaşırlar. Onun bütün hayatı şimdi ellerindedir.Gerçi bir tek kurşun Javert’I ortadan kaldıracaksa da Valjean Jvert’ı serbest bırakır. Valjean’ın bu davranışı Javert’in, kesin meşruiyet ve hukuka dayanan ahlaki dünyasını alt üst eder. Hayatında ilk defa olarak bir mahkumun kanuna saygı duyan bir vatandaştan daha iyi bir insan olacağını düşünür ve kendini öldürür.
Bu arada barikatlar ardına çekilen isyancılar çevrilir. Karşı tarafın kuvvetleri daha fazladır. Çarpışmalar sırasında Marius ağır yaralanır. Valjean Marius’u, sırtında taşıyarak yer altındaki lağım kanallarına götürür. Burası hoş bir yer olmasa da, çatışma alanından uzaktır. Kendisini tamamen kaybetmiş ve hemen hemen ölü olan Marius, büyükbabasının evine getirilir. Marius hayatını kimin kurtardığını bilmemektedir.
Valjean, Cosette ile Marius arasına girmemeye karar verir. Cosette’nin Marius’u sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlar. Cosette’ye büyük miktarda para verdikten sonra inzivaya çekilir. Marius önceleri bunu kabul eder fakat hayatını kurtaranın Valjean olduğunu öğrenince Cosette ile birlikte son bir defa görmek için ihtiyar adamın yatak ucuna giderler. Valjean ölüm yatağında, seneler önce, evliya gibi biri olan psikopozun inanılmaz bir jestle kendisine hediye ettiği ve böylece Valjean’ın ruhunu kazandığı gümüş şamdanlığı Cosette’ye hediye eder.
ANAFİKRİ
Kendisine her zaman kötü davranılan bir mahkumun, kendisine iyi davranan biriyle
beraber olduğu zaman kişiliğinin ve davranışlarının iyiye doğru gidişatı gözlenmiştir.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ
JEAN VALJEAN: Romanın kahramanı. Önceleri basit, çalışkan bir köylüyken sonradan bir mahkum olarak hayata küskünlük duyar.
JAVERT: Hiç bir zaman satın alınamayacak kadar namuslu bir polis memuru.
MARIUS PONTMERCY: Albayın oğlu. Kendisini babasının anısına adıyan bir genç.
COSETTE: Fantine’nin kızı, Valjean’ın evlatlığı. Sevimli bir kız.
FANTINE: Karakteri bakımından iyi bir kız ise de şartlar onu bir fahişe olmaya zorlarBu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...

Kadın Argosu Sözlüğü

 "Bu sözlüğün öncelikli kaynakları kadınlardır. Etrafımızda gördüğümüz, karşılaşğımız, bildiğimiz, büyük kent merkezlerinde ya da ilçelerinde yaşayan kadınlar. Yüz yüze görüşüp, sözcük topladığım bu kadınların anneleri, anneanneleri, babaanneleri de dolaylı olarak bu sözlüğün 'eski toprak' kaynakları olmuş oldular... 'Argo en mazlum olduğu anda en saldırgan olabilendir,' diyor Hulki Aktunç. Bence de öyle. Kadınların yaratıcılıklarını, fantezilerini, neyle nasıl alay ettiklerini görmek mümkün bu sözlüğün sayfalarında."

Haminnemin meşhur lafıydı, diyerek andığımız sözler vardır; "Kadın Argosu Sözlüğü" işte o sözleri, sözcükleri bir araya getiriyor. "Kadın dili" kategorisinin Türkçe sözlüklerde hiç işlenmemiş olduğunu düşünürsek konusunda bir ilk Filiz Bingölçe'nin çalışması.

ğü'nün yazarı Hulki Aktunç ise kitap için yazdığı sunuşta şöyle diyor: "Yaşamın ve dilin içinde gizlenen büyük bir ada keşfediliyor. Çılgın, alaycı, dramatik, şen şakrak, melul mahzun bir ada. Bir sürü aptal herifin ve kızın ve kadının derinliğine duyumsayamadığı ama yaşamakta olduğu bir ada.

Büyük Argo Sözlü




Son derece önemli bir dilsel kategori, yazı'nın kalıcı alanına ta
şınıyor ilk kez. Bir erkek (hele bir 'herif'), böyle bir keşfi asla başaramazdı. Olsa olsa, o adaya kazaraşebilirdi, Robinson Crusoe gibi. Bir Cuma bulabileceği de kuşkuludur." (Arka kapak)  
Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...

Nietzsche Ağladığında

KAHRAMANLARI

#NİETZSCHE:Henüz iki kitabı yayımlanmış,kimsenin tanımadığı bir filozof.Yalnızlığı seçmiş.Acılarıyla barışmış.İhanete uğramış.Tek sahip olduğu şey,valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar.Evli değil.Tanrıyı öldürmüş.'Ümit kötülüklerin en kötüsüdür,çünkü işkenceyi uzatır' diyerek bir ümitsizlik çukurunda olduğunu belirtiyor.

#BREUER:Efsanevi bir teşhis dehası.Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor.Psikanalizin ilk kurucularından.Kırkında,bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış.Güzel bir karısı ve beş çocuğu var.Zengin.Saygın.

#FREUD:Breuer'in arkadaşı.Henüz genç.Geleceği parlak.Şimdi yoksul.

#SALOME:Erkeklerin başını döndüren kadın.Çekici.Özgür.Evliliğe inanmıyor.Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor.Sanatçı ve düşünürleri tercih ediyor.

KİTABIN ÖZETİ:

Bir gün erkeklerin başını döndüren kadın,Salome,Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir.Ümitsizlik içinde olan Nietzsche'ye yardım etmesini ister.Doktor da kadının çekiciliğine kapılıp bu isteği kabul eder.Çünkü doktor da o sırada yasak bir ilişkiden yeni çıkmıştır.Hastasına tedavi sırasında aşık olmuş ve kendini ona iyice bağlamıştır.O da bunun farkındadır fakat hislerinin önüne geçemez.Bu ilişki hastasının ondan hamile olduğu yalanını uydurmasıyla son bulur.Breuer onu başka bir doktora nakleder.İşte bu ilişkiyi tam unutmuşken karşısına Salome çıkar.Salome Nietzsche'yi ikna edip Breuer'e gönderir.Fakat Nietzsche çok gururlu,hiç kimseyle konuşmayan,derdini kimseyle paylaşmayan birisidir.Ruhsal sorunu olduğunu da kabul etmez.Bunun yüzünden de Dr. Breuer onun fizikselhastalıklarını tedavi ediyormuş gibi görünerek psikolojisini anlamaya çalışır.(fiziksel hastalık olarak da stresten kaynaklanan migreni vardır.)Dr.Breuer tedavileri sırasında onun özel yaşamı hakkında bilgi almaya çalıştıysa da Nietzsche tek bir kelime bile etmez.Doktor en sonunda ondan hiç bir ücret talep etmeden onu bir sanatoryuma yatırmayı,migreni için üzerinde ilaçlar denemek istediğini ve bu gözlemler için de gözünün önünde olmasını uygun gördüğünü söyler.FakatNietzsche bunu kabul etmez ve doktordan tedaviyi bitirmesini ister.Doktor bu duruma çok üzülür.Hem arkadaşı hem de öğrencisi olan Freud'la hep onun hakkında konuşur, uyguladığı tedaviyi arkadaşına anlatıp onun da fikrini alır.bu konuşma gününün gecesinde Dr.Breuer uyuyacakken kapı çalınır ve kendisini Herr Schlegel olarak tanıtan bir adam evinde kalmakta olan bir hastadan söz eder vedoktora bir kart uzatır.Kartın üstünde Prof. Friedrich Nietzsche Filoloji Profesörü yazıyordur.Doktor bunu okuyunca hemen Herr Schlegel'le birlikte Nietzsche'nin kaldığı yere doğru yola koyulur.Yolda Nietzsche hakkında bazı bilgiler edinmeye çalışır.Nietzsche'nin kaldığı yere geldiklerinde Dr. Breuer çok şaşırır.Nietzsche odanın bir köşesinde duran ufak bir yatakta koma halinde uyuyordur.Morarmış bir yüz,çökmüş gözler,her yanı buz kesilmiş solgun bir vücut.Dr.Breuer Nietzsche'nin başına masaj uygulamaya başlar.30-35dk.sonra Nietzsche kendine gelmeye başlar ve doktordan yardım etmesini ister.Doktor bunu duyduğunda çok şaşırır.Çünkü Nietzsche'yi kimseye muhtaç olmayan biri olarak tanımıştır.Breuer sabaha doğru Nietzsche'yi yalnız bırakarak diğer hastalarını kontrol etmeye gider.Geri döndüğünde Nietzsche kendine gelmiştir.Dr.Breuer'e minnetlerini sunduktan sonra borcunu nasıl ödeyeceğini sorar.Doktorda bunun üzerine daha uzun bir süre tedavi altında tutulması gerektiğini ve bir ilaç tedavisi uygulayacağını söyleyerek klniğe yatmak zorunda olduğunu yineler.Fakat Nietzsche o gün oradan ayrılmak zorundadır.Breuer'de bunu engellemek için bir öneri hazırlar ve bu öneriyi ertesi gün muayenehanede Nietzsche'ye sunar.Önerisi ise kendisinin Nietzsche'nin fiziksel semptomlarını tedavi eden beden doktoru olacağını,Nietzsche'nin de bunun karşılığında Breuer'in ruh ve zihin doktoru olmasıdır.Nietzsche ilk başta bunu kabul etmediyse de doktora borçlu olduğu için bunu borcunu ödeme şekli olarak kabul eder.Artık sanatoryuma yatar ve doktorla birbirlerine tedavi uygulamaya başlarlar.Bu tedaviler sırasında doktor kendi sorunlarını biraz abartarak anlatır ki Nietzsche itiraf sürecine girmekte çabuk davransın.Fakat Nietzsche direnmekte kararlıdır.Dr.Breuer'de onun direncini kırmayarak ona yardım etme çabalarını biraz yavaşlatmaya başlar.Bu arada tedaviler sırasında gittikçe iyi arkadaş olurlar ve birbirlerine isimleriyle hitap etmeye başlarlar.Tedavi sonucunda Nietzsche'ninmigreni iyice kaybolmuştur fakat ruh durumu olduğu gibi duruyordur.Tedavi sona erdiğinde ise Nietzsche o ülkeden ayrılmaya karar verir.Doktor da onu engellemek için çok çaba gösterir.Çünkü seanslar sayesinde çok iyi iki dost olmuşlardır.Breuer Nietzsche'ye kendi evinde kalmasını teklif etse de o bunu kabul etmez ve ülkeden ayrılarak ılık güneş ve yağmursuz bir havası olan italya'ya gider.



......kitabın adı

Bir gün kadınlar hakkında konuşurlarken Nietzsche sandalyeye oturup birdenbire ağlamaya başlıyor.Breuer ağlamasının sebebini sorunca da duygularını biriyle paylaşmış olmasının onu duygulandırdığını söylüyor.Kitabın adı da bu sebepten dolayı 'NİETZSCHE AĞLADIĞINDA' konuluyor.Çünkü Nietzsche kitapta nerdeyse hiç ağlamayan,gülmeyen,katı biri olarak tasvir ediliyor.Fakat insanın duygularını bir yere kadar saklayabildiğinden en nihayetinde gözyaşlarnı tutamıyor.


YAZAR HAKKINDA;

ADI:IRVIN D. YALOM


 Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri profesürü.TheTheory and Practice

of Group Psychotheraphy (Grup Psikoterapi:Teorisi ve Pratiği),Existential Psychotheraphy

(Varoluşsal Psikoterapi) ve Inpatient Group Psychotheraphy(Hastanede Grup Psikoterapisi)

ders kitaplarının yazarı;ayrıca Every Day Gets a Little Closer(Her Gün Biraz Daha Yakın)ve

Encounter Groups:First Facts(Karşılaşma Grupları:İlk Olgular) kitaplarının yazarlarından bi

ri.Love's Executioner and Other Tales of Psychotheraphy(Aşkın Celladı) kitabı da 1990'da ya

yımlandı.
Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...

Cervantes - Don Kişot

DON KİŞOT ( CERVANTES )Don Kişot Konusu
Don Kişot, Sancho Panza ve Rosinante ile birlikte umarsızca şövalyelik günleri tasarlamaktadır.  , Don Kişot'un hayalinde canlandırdığı ve onunla birlikte maceralar kurduğu sevgilisidir. Don Kişot, yani Senyor Kesada; halkını, vatanını çok seven bir insan olduğu için olsa gerek Sancho Panza'yı da yanına alarak Don Kişot oluyor. Kitaptada sözü edildiği üzere Don Kişot, mazlumları korur ve de kötülere göz açtırmaz.Fakat her zaman yere yıkılır ve dayak yer buda Don Kişot'un özelliklerindendir.
Fransa’da eskiden kullanılan bir soyluluk ünvanı. Ortaçağda krallar tarafından bâzı soylulara şövalyelik rütbesi verilirdi. On sekizinci yüzyıldan îtibâren soyluların oğullarına şeref bağışlanmıştır. Derebeylik zamânında kendine has zırhlı giyimi olan savaşçılara da şövalye denirdi.
Dulcinee du Toboso
 

Don Kişot'taki karakterlerin listesi

Cervantes
Ana karakterler


  • Sancho Panza (veya Zancas), Don Quijote'un okuyamayan ama 100 tane atasözü bilen, Rucio adlı eşeği süren refakatçısı

    Diğerleri


  • Ambrosio, çoban, merhum ''Grisóstomonun arkadaşı.

  • Ana Félix, ateşli Hristiyan hizmetçi,Ricote nin kızı, Berberiden kurtulmuştur.

  • Antonia, Alonso'nun kuzeni,yaşı 20 nin altındadır,Alonso'nun kitaplarını yakması için hem rahibi hem de berberi kışkırtır. 

  • Antonio, çoban, rebap ile Don Kişot için bir şarkı çalar.(1. kitap, 11. bölümde) 

  • Avellaneda, author of the false Second Part of Don Quixote who is frequently referred to in Cervantes' second part.

  • Cardenio

  • Cid Hamete Benengeli (" Sidi Hamid Eggplant"),Servantes tarafından uyarlanan (ve yazarlığı öğrenen) Don Kişot'un maceralarının yazarı olarak belirtilen kurgusal yazar. 

  • Dulcinea El Toboso, Don Kişot'un aşık olduğu kadın; gerçek ismi Aldonza Lorenzo 

  • Dorothea, kederli güzel kadın,Luscinda için onu terketmeden önce Don Fernando ile evliydi,Don Kişot'u dağlardan uzaklaştırmak için Prenses Micomiconaymış gibi davranır. 

  • Ginés de Passamonte a.k.a. Ginesillo de Parapilla, Don Kişot tarafından ölümden kurtarılmıştır.

  • Grisóstomo,aşk ilanı Marcela tarafından reddedildikten sonra kalbi çok kırılan çoban.

  • Maritornes, Don Kişot ve Sanço'nun geceyi geçirdiği handaki çirkin ama iyi kalpli hizmetkar. Don Kişot onu yanlışlıkla hancının kızı sandığında istemeyerek Don Kişot'la tartışmıştır,Don Kişot kendisine aşık olduğunu düşünür. 

  • Marcela, varlıklı öksüz kız,doğayla iletişim kurmak için çoban kızı gibi giyinip ormanda yaşar,güzelliği düzinelerce reddedilmiş aşığı cezbetmiştir.  

  • Montesinos, gezgin şövalye.

  • Nicholas, berber, Don Kişot'un arkadaşı.

  • Pero Perez, papaz yardımcısı.

  • Ricote, a Morisco Sanço'nun arkadaşı, İspanya'dan afaroz edilmiştir fakat Alman hacı olarak geri dönmüştür.

  • Roque Guinart, Katalan haydut Perot Rocaguinarda'nın romandaki uyarlaması.

  • Teresa (Joana) Panza ve Sanchica, Sanço'nu karısı ve kızı.

  • Bachelor Sansón Carrasco, Don Kişot'un arkadaşı,Don Kişot'u eve geri göndermek için kılık değiştirerek rakip şövalye gibi onunla dövüşür.

  • Don Sancho de Azpeitia,kılıç döğüşünde Don Kİşot'un kulağını kesen Biscaylı toprak ağası(I:9)

  • Vivaldo, ''Grisóstomonun karşılıksız aşkının şiirlerini ateşten kurtaran çoban.
     

    İsimsiz fakat önemli karakterler

    Dük ve düşes, Don Kişot ve Sanço'yu şatolarına davet edip,küçük düşürücü türlü şakalar yaparak onlarla eğlenen Aragon lu aristokrat çift.
    Don Quixote'un hizmetkarı, istekle ve zevkle kitap yakımını gerçekleştiren kişi.
    Han sahibi,Don Kişot'u gece misafir eder ve onun şövalye olduğundan şüphe duyup alay eder ve Don Kişot'u hanında alel acele kovar. (I:3)

    Romanın özeti :

    Manş eyaletinin Argamasilla d’Abla kasabasında yaşı elliye yaklaşmış, ince uzun boylu, zayıf yüzlü bir asilzade yaşamaktaydı. Yaşı kırkı geçmiş bir kahya kadın, henüz yirmisine gelmemiş bir kız olan yeğeni, hem ev hem de bağ bahçe işlerine bakan hem de atı ile ilgilenen bir uşak ev halkını oluşturmaktaydı.

    Asilzademizin en büyük zevki şövalyelik kitapları okumaktı. Kendini bu kitaplara kaptırır, sihirler, kargalar, meydan okumalar, savaşlar, yaralanmalar, ilan-ı aşklar, acılar ve daha bir çok saçmalıklarla dolu olan bu kitaplar arasında adeta kendinden geçerdi. En sonunda asilzademiz aklını kaybeder ve o zamandan yaklaşık yüz yıl önce sona eren başı boş şövalyeliyi tekrar canlandırmak için yola çıkmaya karar verir.

    İyi bir şövalyenin uygun bir isminin ve olağanüstü güzel bir sevgilisinin olmasını gerektiğini düşünerek kendi adını Don Kişot atının adını da Rossinante koyar ve Tobosalı Dülsine ‘yi sevgilisi olarak hayal eder. Kendisi hazırlandıktan sonra atını da hazırlar ve bir sabah gün doğmadan yola çıkar. Bir süre sonra bir hana gelir ve bu hanı şato , hancıyı bir hükümdar zanneder. Hancıdan kendisine şövalyelik unvanını vermesini rica eder. Hancı olayı çok komik bulduğundan bunu kabul eder ve saçmasapan laflarla asilzademizi bir şövalye ilan eder. Hancı iyi bir şövalyenin parasının ve bir silahşorunun olması gerektiğini söyler. Böylelikle Don Kişot eve dönüp bir miktar para ve köyden bir silahşör almaya karar verir. Yolda giderken tüccarlarla olan bir kavga esnasında kahramanımız atından düşer ve kendi kasabasından olan bir köylü tarafından eve getirilir. Eve döndüğünde şövalyemizin ailesi onu tekrar gitmekten vaz geçirmeye çalışır fakat Don Kişot inatçıdır. Etraftan kısa boylu, şişman, zavallı bir köylü olan Sanşo Panza’yı bir ada valiliğini vaat ederek kandırır ve onu da yanında götürür. Bundan sonra tüm maceralar başlar.

    Maceracılarımız sabah erkenden yola çıkarlar. Bir süre sonra bir ovaya vardıklarında otuza yakın yel değirmeni görürler Don Kişot bu yel değirmenlerini dev zanneder ve bunlara saldırmak için hazırlanır. Zavallı Sanşo efendisini engellemeye çalışsa da nafile. Kahramanlarımız tüm gücüyle hayali bir deve saldırır ve dönmekte olan değirmenin kanadı Don Kişot’u atı ile birlikte havaya kaldırıp yirmi metre öteye atar. Kahramanlarımız fena derecede yaralanır. Silahşoru tarafından atına bindirildikten sonra Lapice limanı yolu tutarlar. Bir süre sonra kendilerini aç ve yorgun hissederler. Geceyi bir ormanda ağaçlar altında geçirirler. Don Kişot, ormanlarda ve çöllerde bulundukları zaman uyku saatinin, yalnız sevgililerini düşünmekle geçiren şövalyeleri taklit etmek için bütün gece gözerlini yummadan yalnız Dülsine’ sini düşündü durdu. Sabah olunca maceracılarımız tekrar yola koyuldular ve Lapice limanına vardılar. Konuşurlarken iki rahibin yüksek katırlara binmiş ve şemsiyelerini açmış bir şekilde kendilerine doğru geldiklerini gördüler. Arkalarında da birkaç tane at ve bir araba vardı. Arabanın içinde bir kadın oturuyordu. Sivri zekalı Don Kişot bu rahipleri sihirbaz ve arabadaki kadını da o anda kaçırılmakta olan bir prenses zanneder. Onu kurtarmak için rahiplere saldırır. Kahramanlarımız yine yaralanır. Daha sonra atına binerek silahşörüyle yollarına devam ederler. Bir süre sonra bir kasabaya doğru giderken keçi çobanlarının kulübeleri civarında mola vermeyi kararlaştırırlar. Keçi çobanları tarafından çok iyi karşılandılar. Çobanlarla dost olurlar. Ertesi gün çobanların bir arkadaşı olan Krizostom’un cenazesi kaldırılacaktır. Don Kişot cenazeye katılmaya karar verir. Cenazede ilginç olaylar olur ve bundan sonra çobanlara hizmetleri için teşekkür ederek yollarına devam ederler. Bir zaman sonra yine bir hana gelirler. Kahramanlarımız hanı yine şato zanneder. Burada geceyi maceralı bir şekilde geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden yola düşerler. Yolda giderken rüzgarın etkisiyle kendilerine doğru kalın bir toz bulutunun geldiğini görürler. Don Kişot bu toz bulutunu kaldıran, dünyanın bütün milletlerinden oluşan ve sayısız askerleri olan koskoca bir ordu olduğunu söyler. Öbür taraftan da bir toz bulutunun geldiğini görünce bu geniş ovada savaşmak için iki ordunun karşılaşacağını düşünür. Halbuki bunlar iki koyun sürüsüdür. Don Kişot atını mahmuzlar ve mızrağıyla hücum durumu vererek tepeden ovaya doğru yıldırım hızıyla inmeye başlar. Koyun sürülerine şiddetli bir şekilde saldırarak sanki en gaddar düşmanlarıyla savaşıyormuş gibi önüne gelen zavallı koyun ve kuzuları öldürüp durur. Sürünün çobanları Don Kisot‘a taş atmaya başlar ve taşların birisi kahramanımızın kaburgasını fena halde zedeler. Bundan sonra Don Kişot yaralı bir şekilde silahşörüyle birlikte yoluna devam eder. Hava kararınca geceyi geçirmek için kendilerine bir yer ararlar. Bir orman ararlarken yolları üzerinde yıldızlara benzeyen çok sayıda ışıkların kendilerine doğru geldiğini fark ederler. Bu ışıklar, ellerinde birer meşale ile cenaze taşıyan rahiplerdir. Don Kişot’un aklına okuduğu bir roman aklına gelir ve arabanın içinde yaralı bir sövalye olduğunu zanneder. Bu hayli şövalyenin intikamını almak için rahiplere saldırır. Don Kişot yine yaralanır ve oradan ayrılır. Geceyi geçirmek için silahşoru ile bir ormana giderler. Gün ağarmaya başlamasıyla birlikte kahramanlarımız yollarına devam ederler. Biraz gittikten sonra başında altındanmış gibi parlayan bir şey bulunan bir adamın ata binmiş olarak kendilerine doğru geldiğini görürler. Don Kişot, bu adamın başında ele geçirmeye yemin etmiş olduğu Mambrin’in miğferini taşıdığını zanneder. Fakat bu adam fakir bir köy halkını tıraş eden berberdir. Adam bir köyden diğer köye gitmek için yola çıkmış, yolda da yağmura kapılmıştı. Bu nedenle yeni olan şapkasını korumak için leğenini başına geçirmişti. Her gördüğünü okumuş olduğu romanlara benzeten zavallı Don Kişot’a göre bu adam bir şövalye, boz renkteki eşek güzel bir kır atı, berber leğeni ise meşhur Mambrin’in miğrefiydi Don Kişot tam adama saldırmak için hazırlanırken, berber eşeğinden atlayarak ovaya doğru kaçar ve leğenini düşürür. Tabii Don Kişot miğferi ele geçirmekler büyük kahramanlık yaptığını düşünerek gururlu bir şekilde yoluna devam eder. Don Kişot, izledikleri yoldan kendilerine doğru elleri kelepçeli ve tespih gibi uzun bir zincire dizilmiş olan on iki kişinin yaya olarak gelmekte olduklarını görür. Mahkumlar iki süvari ile iki piyadenin koruması altındaydılar. Bu adamların kendi arzularıyla değil zorla götürüldüklerini fark eden Don Kişot, görevinin düşkünlere yardım etmek ve kötü hareketlere engel olmak olduğunu düşünerek bu mahkumları kurtarmak için korumalara saldırır. Böylelikle mahkumların serbest kalmasını sağlar. Bundan böyle kahramanlarımız kaçmak zorunda kaldılar çünkü, muhafızların Kutsal Hermandad mahkemesine haberdar edeceklerini ve bu mahkemenin kilise çanlarını çaldırarak mahkumların kaçmış olduğunu ilan edeceğini ve peşlerine okçular göndereceğini biliyorlardı. Sierra Monera dağına sığınmaya karar verdiler ve o gece o dağın ortasına kadar geldiler. Bir zaman sonra Don Kişot güzel sevgilisi Dülsine’ye bir mektup yazar ve Sanşo’ ya bu mektubu Tobosa’ ya götürmesini emreder. Sanşo mektubu alır ve yola koyulur. Yolda giderken mola vermek için bir han girer. Ve handa Don Kişot ve kendisini bulmak için yola kurulmuş olan kasabalarındaki berber Nikolay ile rahip efendiyle karşılaşır. Bunlar, hemen kendilerini Don Kişot’ un olduğu yere götürmesini emrederler. Sanşo ve arkadaşları Don Kişot’ u bir oyun ile evine kadar götürmeyi başarırlar. Tabii kahramanımızı evine götürene kadar çok ilginç maceralar yaşanır.
    Rahip ile berber, geçmiş şeyleri kendisine hatırlatmamak için bir aya yakın bir zaman dostlarını ziyaret etmediler. Don Kişot hastalanmıştı ve çok zayıflamıştı. Fakat çok mantıklı konuşuyordu. Herkes onun iyileştiğini düşünmüştü ki, bir gün silahşoru Sanşo ile konuşarak tekrar maceralarına atılmaya karar verdi. Bir sabah, yine güneş doğmadan, ailelerini bırakıp yola koyuldular. Bu sefer gittikleri yer Tobosa‘ydı. Çünkü Don Kişot sevgilisini artık görmek istiyordu. Fakat kahramanımız sevgilisini hiçbir zaman görmeyecekti. Çünkü sürekli önüne engeller çıkacaktı. İlk geceyi bir ormanda geçirmeye karar verdiler. Yine her zamanki gibi Sanşo uyuyordu ve Don Kişot sevgilisini düşünüyordu. Bu sırada ağaçların arasından sesler duydu. Bu duyduğu sesler, iki kişinin konuşmalarıydı. Yaklaştığında Don Kişot karşısında silahşoru ile birlikte olan kendisi gibi aşık bir şövalye buldu. Fakat bilmediği bir şey vardı ki o da bu şövalyenin gerçekte öğrenci Karrasko olduğu. Don Kişot’ u deliliklerinden vazgeçirmek için peşinden gelmişti. Öğrencimiz şövalye olarak kendi sevgilisinin Dülsine’ den daha güzel olduğunu iddia eder. Don Kişot bunu kabul etmez. Aralarında savaş ilan ederler. Savaşın şartı mağlup olanın galibin emrine uyması ve her dediğini yapmasıdır. Don Kişot savaşta Karrasko’ yu yener ve ona şövalyelikten vazgeçmesini emreder. Kahramanlarımız yollarına devam ederler. Bundan sonra da başlarından bir çok macera geçer. Daha sonra Don Kişot yemyeşil bir ovada ava çıkmış güzel bir kadına rastlar. Kadın düşeş ile eşi dük, maceracılarımızı şatolarına kabul ederler dük bir ada sahibidir. Adası için bir vali aramaktadır. Don Kişot da silahşoruna bir ada valiliği vaat ettiğinden Sanşo’ yu o adaya vali ilan ederler. Fakat Sanşo valilik işini en dazla bir hafta sürdürebilir tabii bu sırada düşeş ile dük kahramanlarımıza bir çok oyunlar oynarlar.

    Günlerden bir gün Don Kişot ile silahşoru tekrar maceralarına atılmak için yola çıkarlar. Yine her zaman olduğu gibi gidecekleri yolun yönünü Rossinante’ ye bırakırlar. İki gün boyunca hiçbir macera yaşamazlar fakat üçüncü gün bir kasabaya gelirler. Kasaba San Jan karnavalini kutlamaktaydı. Herkes garip kıyafetler giydiğinden kimse Don Kişot ile Sanşo’ yu yadırgamadı. Hemen kahramanlarımızı aralarına aldılar ve bir güzel dans ettiler. Tam o sırada atına binmiş bir şövalye eğlenceyi bölerek Don Kişot’a yine kendi sevgilisinin Dülsine’den güzel olduğunu itiraf etmek için onu savaşa zorlar. Fakat Don Kişot’ un bilmediği şey, bu şövalyenin yine Karrasko olduğudur. Karrasko, eğer yenecek olursa, kahramanımız evine çekilip bir süreliğine silah almayacak ve şövalyelikten vazgeçecekti. Don Kişot kabul eder ve savaşı kaybeder. Karrasko, don Kişot’un şövalyelik kanunlarına tamamıyla uyacağını bildiğinden hemen köyüne döner. Bu arada kahramanımız silahşoru ile birlikte son derece üzgün olarak kasabasının yolunu tutar ve evine gider. dan sonra Don Kişot’ un sağlığı çok kötüye gider. Daha zayıflar. Fakat aklı başına gelir. Yaptığı deliliklerden pişmanlık duyar. Gün geçtikçe daha fenalaşır. Sonunda hayata iyileşmiş bir şekilde gözlerini yumar.

    Romanda Olayların Geçtiği yerler

    Don Kişot, İspanya’ da Manş eyaletinin Argamasilla d’Alba kasabasında yaşamaktadır. Uzun yıllar boyunca süekli şövalyelik kitapları okur. Aklını kaybeder. Böylelikle şövalyeliği tekrar yaşatmak için yola çıkar. Don Kişot, yemyeşil ovalardan geçer, yüksek dağlara çıkar, derin ormanlara girer, serin pınarların dibinde istirahat eder. Süekli bir yerden bir yere gitmek durumundadır.

    Romanda Zaman

    Romanda zaman 1590’lardır. Yani o zırhlı şövalye devirlerinin sona ermesinden bu yana yüz küsü sene geçmiştir.

    Dil ve Anlatım

    O devirde çok moda olan masalımsı, realiteyle en ufak ilgisi bulunmayan şövalye romanları yazılmıştır. Cervantes’in maksadı aslında bu ipe sapa gelmez şövalye romanlarıyla adamakıllı dalga geçmektir. Bu nedenden dolayı yazar romanda alaycı bir anlatım kullanmıştır.
    Örneğin Don Kişot’ un konuşmalarından kısa bir bölüm:
    “ Ben kim olduğumu çok iyi biliyorum ve istersem, yalnız söz ettiğim kimseler değil, hatta on iki Fransız prensi ve çok meşhur olan dokuz prens bile olabilirim. Çünkü onların bütün yaptıkları benim maceralarımın yanında hiç kalır. “
    Görüldüğü gibi dil açık, sade ve anlaşılırdır. Genelde cümleler uzundur. Bunun nedeni kahramanın çoğu zaman söylemek istediği şeyi uzatmasıdır.

    Romanın Planı

    Giriş:  Don Kişot, İlk defa yola çıkar ve bir hancı tarafından şövalye ilan edilir. Hancı şövalyenin eve dönmesini önerir. Don Kişot dönerken atında düşer ve bir köylü tarafında eve getirilir…
    Gelişme: Don Kişot, hancının önerdiği gibi bir miktar para ve bir köylü olan Sanşo Panza’ yı silahşoru olarak yanına alır. Tekrar yola çıkarlar…
    Sonuç: Don Kişot Ve Sanşo Artık son kez evlerine dönerler. Bundan sonra Don Kişot hastalanır ve ölür.

    Romanın Ana Fikri

    İnsanların, olayları kendi istedikleri gibi kabul etmesi genelde yanlış anlaşılmalara yol açar. Bu nedenle kişiler yaşadıkları olayların olumlu sonuçlanmasını isterlerse gerçekçi olmaları gerekir.
    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...
  • Julio Cortazar - Üç Kısa Öykü

    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...
     Ağız mandalının konuşmaları

    Benim evde acayip bir ağız mandalı var. Saint-Roch’un çanları susar susmaz, ağız mandalım ayakları üstüne dikiliyor ve benim şahsıma gündelik konuşmasına başlıyor. Sorgun koltuğuma gömülmüş biçimde, ilgisiz görünmeye çalışıyorum yıllardır, çünkü bu yaratığın sohbetinde bana hitap edebilecek herhangi bir şey olmaması gerekir, ama bugüne dek ağız mandalım her zaman benden daha kurnaz olmuştur.



    İşte böyle, konuşmasına başladığı andan başlayarak, özellikle yansımalı ama çözümlenmesi kolay bir biçimde anlatacaklarını anlatıyor, ben de kulağı kirişte olan bir kimse gibi dinlemek zorunda kalıyorum onu, bunu yaparken de en ufak ikilem sergilemeden kendisini onayladığımı ve hoşnut olduğumu gösteriyorum.

    Her şey bundan ibaret olsaydı, aşağı yukarı yirmi dakika sonra, Saint-Simon’un anılarına yeniden gömülebilirdim, ama ağız mandalım hiçbir şeyden tatmin olmuyor. Konuşması bitmeye yüz tuttuğunda, bana konuşmasını birkaç cümlede özetlememi buyuruyor. Akşamın en çekilmez ânı bu, çünkü sıklıkla onun düşüncelerinin izlediği yolu yitiriyorum. Tek bir örnek vermek gerekirse, o akşamki konuşması a sesi üstüne kurulmuşsa, ki bundan sonsuz perde değişimleri, armonik farklar ve e’ye ya da o’ya geçişler çıkarabiliyor (aae, aea, aoa, aoo, aeoa, aeeoo gibi seslerin tüm dizisini ekleyelim bunlara), konuşmanın maddesinin iki hali arasına mantık köprüsünü kurmakta elimden bir şey gelmemesi yeterli oluyor her şeyi berbat etmek için. Ağız mandalım kudurdu mu sınır tanımaz, ve ne yazık ki bunun sonuçlarını birçok kez tekrar tekrar yaşadım. Öncelikle şu kül tablası sorunu var. Eğer az önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü kızmışsa (üstelik sayısız kızgınlık türü var), ağız mandalımdan bana saat dokuz buçuk sigaramı içebilmem için kül tablasını getirmesini rica etmem boşuna oluyor.

    O durumda ani bir tepki veriyor, kâh kâğıtlarla dolu çöp kutusuna kendini bırakıyor, kâh oyun masasının altına girip, ağzı ayaklarının arasında, belli belirsiz bir sfenks edasıyla bana odaklanıyor. Bana gelince, konuşmayı özetlemekteki başarısızlığım beni neredeyse her zaman öyle bir duruma sürüklüyor ki, bu konuda en azından şunu söyleyebilirim, ödüm uç bir psikolojik karmaşıklığın burgacına atılıyor. Böylesi bir durum yalnızca zamanın, iğrenç saat kurma sapının, sihirli aynalar gibi çoğaltacağı yüksek tansiyonlara yol açar.

    Sonunda da, bu sözcük burada birazcık yersiz kaçacak ama neredeyse doğal biçimde, birbirimizin yüzüne en özümsenmiş hakaretleri yağdırırken buluyoruz kendimizi, bunların üstüne, tutumunun ev ekonomisinde ciddi sorunlar yaratmasını umursamayan ağız mandalım, alev alev yanan gözlerindense daha çok öfkeyle burnundan fışkıran yaşları silmek için patiska mendilimi elimden kapıveriyor. O anlarda, ağız mandalıma nereye kadar dokunabileceğimi tartıyorum kafamda, çünkü bu yaratık, kül tablası darbesi düzeyini de, mendil darbesininkini de aşmaktan hiç çekinmiyor, kaldı ki benim kendimi zorlayarak hareketsiz kalmam karşısında, bana karşı en azından daha az kırıcı davranışlar sergilemesi onun için o kadar da zor olmasa gerek.

    Bu gibi durumlarda insan bir ağız mandalının ruhunun, onun küçük parmağından öteye gitmediğini anlıyor ister istemez, biraz merhamet ve unutuş katılıyor sonra işin içine, bunun tek nedeni sessizliğe ve düşüncelere dalmaya izin veren şeylerden alınan zevk. Çünkü o dakikadan sonra, evde sessizlik olacaktır; özet yapılmış olsun olmasın, konuşma kapanmıştır, kül tablası getirilmiş ya da getirilmesi reddedilmiş, mendil elden gitmiş ya da gitmemiştir. Birbirimize odaklanarak bakmak kalır bize, herkes kendi yerinde, bırakırız kapansın üstümüze gecenin koca kubbesi. Sabah saat yedi çeyrekte kahvaltımız getirilir. Vaktimiz bol nasıl olsa.


    Gereksiz Koruma

    Gayet iyi biliyorum, hastalık derecesinde utangacım, insan içine çıkınca demir gibi, kaya gibi kaskatı oluyorum. Çoğunlukla müttefikim olan su bile, kimi zaman kuru ve düşmanca bir tavır takınarak akıyor dudaklarıma, oysa dudaklarım suyun badem ya da dantel olmasını isterlerdi; akşamın alacakaranlığında, henüz kentte dolaşmaya cesaret edebildiğim solgun ışığın altında bile öylesine tatlı profilleriyle derimin içinde derin yaralar açıyor bulutlar, ve beni çığlıklar atıp cümle kapıları altına sığına sığına kaçmaya zorluyorlar. Daha emin bir yol olarak metroya binmemi ya da dalgalı kenarlı bir şapka satın almamı tavsiye ediyor insanlar bana. İstedikleri kadar çocuklarla konuştukları tonda laf anlatsınlar, ben uzaklarda makaslarını boynumun üstünde bilemek için bekleyen kırlangıca bakmaya başladım bile. Kentin işçi ve işverenleri korunmam için kullanılacak bir ödeneği oylamaya koydular, insanlar benim için kendilerini sıkıntıya sokuyorlar. Teşekkür ediyorum sizlere, beyler ve hanımlar, o parayı size minnet ve medeniyet çerçevesinde geri vermek isterdim; ama siz hep orada olacaktınız ve işte bu da dik bir yar, gölge öğüten bir değirmen, mercan iğnecikleriyle donanmış bir iyiliğin katlanılmaz aşırılığını yaratacaktı bende. Başkalarının varoluşunu karmaşık hale getirmeyi giderek daha can sıkıcı bulmaya başladım, ama beni içine koyabileceğiniz, hâlâ ıssız olan tek bir ada, adı kötüye çıkmış tek bir koruluk, hatta küçücük bir toprak parçası bile kalmadı ki oradan sizlere bakayım barışçıl bir göğün altında. Ey insanları dikenli yeryüzü, yanlış bir şey midir boynuzlu bir at olmak?


    Alışılmamış seçimler

    Karar veremedi.
    Hiç karar veremedi.
    Aralarından birini seçsin diye bir muz, Gabriel Marcel’in bir kitabı, naylondan üç çift çorap, garantili büyük bir kahve makinesi, esnek ahlaklı bir sarışın, erken emeklilik önerdiler ona, ama o karar veremedi.
    Kararsızlığı yüzünden birkaç memurun, bir rahibin ve bölgenin aynasızlarının uykuları kaçtı.
    Karar veremediği için insanlar aralarında onun oturma izninin iptalinin gerekip gerekmeyeceğini konuşmaya başladılar.
    Bunu onun duymasını sağladılar, öylesine gibi, kibar bir şekilde.
    Şöyle dedi: "Bu durumda, muzu alıyorum."
    İnsanlar kuşkulandılar, bu da çok doğaldı.
    Kahve makinesini ya da en azından sarışını alması daha akıllıca olurdu.
    Muzu yeğlemesi yine de tuhaf.
    Durumu en başından ele almaya karar verdiler.

    Fransızcadan çeviren: Orçun Türkay

    Samed Behrengi-Küçük Kara Balık


    Samed Behrengi-Küçük Kara Balık
    Denizin derinliklerinde yaşlı balık oniki bin çocuğu ve torununu başına toplamış onlara masal anlatıyordu:
         
          Bir zamanlar annesiyle ırmakta yaşayan küçük bir karabalık vardı. Bu ırmak dağdaki bir kayadan doğuyor ve vadinin tabanında akıyordu.
          Küçük balık ile annesinin evi siyah bir taşın arkasıydı; yosunlar da evin çatısını oluşturuyordu. Geceleri yosunların altında uyuyorlardı. Bir defacık olsun evlerinden ay ışığını görmek küçük balığın özlemiydi.
          Anne ile yavrusu sabahtan akşama dek birbirinin peşine düşer, bazen öbür balıklara karışır, hızlı hızlı küçücük bir mekanda dolaşır dururlardı. Annesinin bıraktığı on bin yumurtadan kala kala bir bu yavru balık kalmıştı.
          Küçük balık birkaç gündür düşünceliydi ve çok az konuşuyordu. Tembel tembel, isteksizce o yana bu yana gidiyor, çoğu zaman annesinin peşine takılıyordu. Annesi, yavrusunda bir keyifsizlik olduğunu, yakında iyileşeceğini sanıyordu ama Kara Balığın derdi öyle böyle dert değildi.
          Küçük Balık bir sabah erkenden, daha güneş doğmadan annesini uyandırdı:
          - Anneciğim, seninle biraz konuşmak istiyorum.
          Annesi uykulu uykulu:
          - Yavrucuğum, bula bula bu vakti mi buldun? Daha sonra konuşsak olmaz mı? İstersen gezintiye çıkalım ha, ne dersin?
          - Hayır anneciğim, artık dolaşamıyorum. Buradan gitmeliyim.
          - Mutlaka gitmen mi gerekiyor?
          - Evet anneciğim, gitmeliyim.
          - Ama, sabahın köründe nereye gideceksin?
          - Irmağın nereye kadar gittiğini görmek istiyorum. Biliyor musun anneciğim, aylardır bu ırmağın sonu neresi diye düşünüp duruyorum. Ama hâlâ işin içinden çıkamadım. Dün geceden beri gözüme uyku girmedi. Nihayet, gidip ırmağın sonunu bulmaya karar verdim. Başka yerlerde neler olup bittiğini bilmek istiyorum.
          Annesi gülerek:
          - Ben de çocukken çok düşünürdüm böyle şeyleri. Yavrucuğum, ırmağın başı, sonu olmaz ki. İşte hepsi bu kadar. Irmak hep akar durur ve hiçbir yere de varmaz.
          - Ama anneciğim, her şeyin bir sonu olmaz mı? Gece sona erer, gündüz sona erer, ay öyle, yıl öyle...
          Annesi sözünü kesti:
          - Böyle büyük lafları bırak bir yana; kalk, dolaşmaya çıkalım. Şimdi laf değil, gezinti zamanı!
          - Hayır anneciğim. Ben böyle gezmelerden bıktım artık. Yola düşüp gitmek, başka yerlerde neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum. Bu lafları bana birinin öğrettiğini düşünüyorsun ama bilmeni isterim ki çoktandır düşünüyordum ben bunları. Elbette ondan bundan da çok şey öğrendim. Örneğin şunu anladım: Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?
          Küçük Balığın sözleri bitince annesi:
          - Yavrucuğum, çıldırdın mı sen? Dünya... Dünya da ne demek oluyor? Dünya burası işte; yaşam ise işte yaşıyoruz, varız...
          Bu sırada evlerine büyük bir balık yaklaştı:
          - Komşu, ne diye çocuğunla tartışıyorsun? Bugün dolaşmaya çıkmayacak mısınız yoksa?
          Anne balık komşunun sesiyle evden çıktı:
          - Ne günlere geldik bak! Artık çocuklar annelerine akıl öğretiyorlar!
          Komşu:
          - Ne oldu ki?
          Anne balık:
          - Bak şu bücüre, nerelere gitmek istiyor! Dünyada neler olup bitiyor, gidip göreceğim diye tutturdu da tutturdu. Boyundan büyük laflar işte!
          Komşu:
          - Küçüğüm, sen ne zaman bilgin, filozof oldun da bizim haberimiz olmadı?
          Küçük Balık:
          - Hanımefendi, kime bilgin, filozof diyorsunuz bilmem ama, bu dolaşmalardan sıkıldım artık. Bu yorucu gezmeleri sürdürmek istemiyorum. Göz açıp kapayana kadar sizler gibi yaşlanmış olacağım ve eskisi gibi gözü, kulağı kapalı kalacağım. İstemiyorum, anlıyor musunuz?
          Komşu:
          - Vay vay vay!... Ne biçim laf bunlar!
          Annesi:
          - Biricik çocuğumun böyle olacağını hiç düşünmezdim. Hangi soysuz, güzel yavrumun aklına girdi, bilmem!
          Küçük Balık:
          - Hiç kimse aklıma filan girmedi. Benim aklım, fikrim var; anlıyorum; gözüm var, görüyorum.
          Komşu Küçük Balığın annesine:
          - Kardeş, hani dedikoducu salyangoz vardı....
          Annesi:
          - İyi dedin valla; çocuğumla pek uğraşıyordu. Allah'ın belası!
          Küçük Balık:
          - Yeter anne! Benim arkadaşımdı o.
          Annesi:
          - Balıkla salyangozun arkadaşlığı; pöh, hiç duymamıştım!
          Küçük Balık:
          - Balık ile salyangozun düşman olduklarını duymamıştım; ama günahına girdiniz onun.
          Komşu:
          - Martaval bunlar.
          Küçük Balık:
          - Siz martaval okuyorsunuz.
          Annesi:
          - Ölümü hak etmişti o. Şurada burada otururken ne laflar ettiğini unuttun galiba.
          Küçük Balık:
          - Öyleyse beni de öldürün. Ben de aynı lafları ediyorum çünkü.
          Başınızı ağrıtmayım. Tartışma sesine diğer balıklar da geldi. Küçük balığın sözleri herkesi sinirlendirmişti.
          Yaşlı balıklardan biri:
          - Sana acıyacağımızı mı sandın?
          Öbürü:
          - Ufaklık kaşınıyor iyice.
          Kara Balığın annesi:
          - Çekilin kenara! İlişmeyin çocuğuma!
          Bir başkası:
          - Hanım, hanım, madem çocuğunu gerektiği gibi terbiye etmiyorsun, cezasını da çekeceksin.
          Komşu:
          - Sizinle komşu olmaktan utanıyorum.
          Bir başkası:
          - İşi daha ileri götürmeden, gönderelim şunu yaşlı salyangozun yanına.
          Balıklar Küçük Kara Balığı yakalamaya geldiklerinde dostları etrafını çevirip tehlikeden kurtardılar. Kara Balığın annesi hem dövünüp hem ağlıyor "Vah vah vah! Yavrum elden gidiyor! Ne yapayım? Ne edeyim? Başımı hangi taşlara çalayım?" diyordu.
          Küçük Balık:
          - Anneciğim, benim için ağlama. Şu aciz, ihtiyar balıkların haline ağla.
          Balıklardan biri uzaktan bağırdı:
          - Bızdık, ağzını bozma!
          İkincisi:
          - Gittikten sonra pişman olursan, bir daha aramıza almayız seni.
          Üçüncüsü:
          - Bunlar gençlik hevesidir; gitme.
          Dördüncüsü:
          - Buranın suyu mu çıktı?
          Beşincisi:
          - Başka dünya münya yok. Dünya burası işte; geri dön.
          Altıncısı:
          - Aklını başına toplar da dönersen, o zaman senin akıllı bir balık olduğuna inanırız.
          Yedincisi:
          - Ama sana alışmıştık biz...
          Annesi:
          - Acı bana; gitme! Gitme!
          Artık Küçük Balığın onlara diyecek sözü kalmamıştı. Kendisiyle yaşıt olan arkadaşlarından birkaçı onu çağlayana kadar uğurlayıp geri döndü. Küçük Balık onlardan ayrılırken:
          - Dostlarım, görüşmek üzere! Unutmayın beni.
          Arkadaşları:
          - Nasıl unuturuz seni? Bizi sen uyandırdın; önceden hiç düşünmediğimiz şeyleri öğrettin bize. Görüşmek üzere bilgili ve yürekli dostumuz.
          Küçük Balık çağlayandan atlayıp bir su birikintisine düştü. İlkin telaşlanır gibi oldu ama sonra yüzüp su birikintisinde dolaşmaya başladı. O zamana kadar böylesi büyük bir su birikintisi görmemişti.
          Yumurtadan çıkmış binlerce kurbağa yavrusu kaynaşıyordu. Küçük balığı görünce başladılar alay etmeye:
          - Aaaa, şunun kılığına bakın! Sen ne biçim yaratıksın böyle?
          Balık tepeden aşağı süzdü onları:
          - Lütfen terbiyenizi bozmayın. Benim adım "Küçük Kara Balık". Siz de adınızı söyleyin; tanışalım.
          Bir kurbağa yavrusu:
          - Biz birbirimize Yavru Kurbağa deriz.
          Öbürü:
          - Soylu sopluyuz.
          Diğeri:
          - Dünyada bizden güzeli yoktur.
          Bir başkası:
          - Senin gibi kılıksız ve rüküş değiliz.
          Balık:
          - Sizin bu denli kendini beğenmiş olduğunuzu tahmin etmezdim. Yine de affediyorum sizi. Çünkü cahilliğinizden böyle konuşuyorsunuz.
          Yavru kurbağalar bir ağızdan:
          - Biz cahil miyiz yani?
          Balık:
          - Cahil olmasaydınız, dünyada birçoklarının kendilerine göre bir güzellikleri olduğunu bilirdiniz. Adınız bile size ait değil!
          Yavru kurbağalar çok kızdılar ama Küçük Balığın doğru söylediğini görünce manevra yaptılar:
          - Boşuna uğraşıyorsun sen. Biz her gün sabahtan akşama kadar dünyayı dolaşırız; ama kendimizden, annemizden, babamızdan başka kimse görmeyiz. kurtçukları hesaba katmıyoruz tabii.
          Balık:
          - Şu su birikintisinden dışarı çıkamayan sizler nasıl dem vurursunuz dünyayı dolaşmaktan?
          Yavru kurbağalar:
          - Bunun dışında başka bir dünya daha mı var?
          Balık:
          - Var ya. Düşünün bakalım, bu su nerelerden geliyor buraya ve neler var suyun dışında?
          Yavru kurbağalar:
          - Suyun dışı da ne demek? Biz suyun dışını hiç görmedik. Ha ha ha! Sen aklını oynatmışsın!
          Küçük Kara Balık da gülmeye başladı. Yavru kurbağaları kendi hallerine bırakıp yoluna devam etmenin daha iyi olacağını düşündü. Sonra anneleriyle iki laf etmek geldi aklına:
          - Anneniz nerede şimdi?
          Ansızın bir kurbağanın tiz sesiyle irkildi:
          Su kenarında bir taşta oturan kurbağa suya atlayıp balığın yanına geldi:
          - İşte geldim, buyur.
          Balık:
          - Selam büyük hanım.
          Kurbağa:
          - Soysuz yaratık! Ne poz atıp duruyorsun? Bulmuşsun çocukları; sallıyor da sallıyorsun! Ben, dünyanın bu su birikintisi olduğunu anlayacak kadar çok yaşadım. Haydi, git işine; çocuklarımın da aklını karıştırma!
          Küçük Balık:
          - Yaşadığının yüz mislini yaşasan da yine aynı cahil ve aciz kurbağa olarak kalacaksın.
          Kurbağa sinirlenip Küçük Kara Balığın üstüne atıldı. Balık savrularak dibe vurdu ve dipteki çamurları, kurtçukları birbirine karıştırdı.
          Kıvrım kıvrım bir dereydi. Irmağın suyu da birkaç kat artmıştı ama dağlardan dereye bakılsa ırmak, beyaz bir iplik gibi görünürdü. Dağdan büyük bir kaya ayrılıp dereye yuvarlanmış, suyu ikiye ayırmıştı.
          El kadar iri bir kertenkele karnını taşa dayamış, sığ sularda yakaladığı kurbağayı kumların üstünde yiyen iri bir yengece bakıyordu. Küçük Balık ansızın yengeci görünce korktu; uzaktan selam verdi. Yengeç ters ters bakarak:
          - Ne terbiyeli balıksın sen! Yaklaş küçüğüm, yaklaş!
          Küçük Balık:
          - Dünyayı dolaşmaya gidiyorum ve sizin avınız olmayı hiç mi hiç düşünmüyorum.
          Yengeç:
          - Neden bu kadar kötümser ve korkaksın Küçük Balık?
          Balık:
          - Ben ne kötümserim, ne korkak. Gözümün gördüğünü, aklımın söylediğini dile getiririm.
          Yengeç:
          - Pekala, de bakalım, gözün ne gördü, aklın ne söyledi de seni avlamak istediğimi düşündün?
          Balık:
          - Lafı dolaştırıp durma.
          Yengeç:
          - Kurbağayı mı söylemek istiyorsun? Sen de çok safmışsın canım! Kurbağalarla aram iyi değil; bu yüzden avlıyorum onları. Akılları sıra dünyadaki tek varlığın kendileri olduğunu ve mutlu olduklarını sanıyorlar. Ben de onlara gerçekten dünyanın kimin elinde olduğunu anlatmak istiyorum. Artık korkmana gerek yok canım, yaklaş, yaklaş!
          Yengeç sözlerini bitirdikten sonra Küçük Balığa doğru yampiri yampiri yürümeye başladı. Yürümesi o denli gülünçtü ki balığın gülmesi tuttu elinde olmadan.
          - Zavallı! Daha sen yürümeyi öğrenmemişsin, dünyanın kimin elinde olduğunu nereden bileceksin?
          Balık yengeçten ayrıldı. Derken suya bir gölge düştü ve kuvvetli bir darbe yengeci kumlara gömdü. Kertenkele yengecin haline gülerken durduğu yerden kaydı ve az daha suya düşecekti. Yengeç bir daha çıkamadı. Küçük Balık bir çocuk çobanın su kenarında durmuş ona ve yengece baktığını gördü. Suya koyun ve keçi sürüsü yaklaşıyordu. Ağızlarını suya daldırıp meleşiyorlardı. Sesleri vadide yankılanıyordu.
          Küçük Kara Balık keçilerle koyunlar sularını içip gidene kadar bekledi. Sonra kertenkeleye seslendi:
          - Kertenkeleciğim, Ben Küçük Kara Balığım. Nehrin sonunu bulmaya gidiyorum. Senin akıllı ve bilgili bir varlık olduğunu düşünüyorum. Bir şey sorabilir miyim?
          Kertenkele:
          - İstediğini sor.
          Balık:
          -Pelikanlar, testere balıkları ve balıkçıllar yolda çok korkuttular beni. Onlar hakkında bir şeyler biliyorsan, anlat bana.
          Kertenkele:
          - Testere balığı ile balıkçıl buralarda bulunmaz. Testere balığı aslında denizde yaşar. Pelikana gelince buralarda olabilir. Sakın aldanıp da torbasına girerim deme!
          Balık:
          -Ne torbası?
          Kertenkele:
          - Pelikanın boynunun altında çok su alan bir torbası var. Suda yüzerken bazen balıklar bilmeden torbasına girer ve dosdoğru midesine giderler. Tabii pelikan aç değilse, balıkları bu torbada sonra yemek için depolar.
          Balık:
          - Balık bir kere torbaya girerse, bir daha çıkamaz mı?
          Kertenkele:
          - Torbayı parçalamaktan başka çare yok. Ben sana bir hançer vereyim. Pelikana yakalanırsan, dediğimi yaparsın.
          Kertenkele bir taşın aralığına girdi ve çok küçük bir hançerle geri döndü. Balık hançeri alarak:
          - Kertenkeleciğim, çok şefkatlisin. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
          Kertenkele:
          - Bir şey değil canım. Bende bu hançerlerden çok var. Boş kaldığım zamanlar oturup bitki dikenlerinden hançer yapar, senin gibi akıllı balıklara veririm.
          Balık:
          - Benden önce de buradan geçen balık oldu mu?
          Kertenkele:
          - Çok geçtiler. Onlar şimdi bir grup oluşturdular ve balıkçı adamı basbayağı bunalttılar.
          Kara Balık:
          - Afedersin; laf lafı açıyor işte. Lütfen gevezeliğime verme. Balıkçıyı nasıl bunalttıklarını anlatır mısın?
          Kertenkele:
          - Her zaman bir arada değiller. Balıkçı ağ attığı zaman, ağın içine girip denizin dibine kadar çekerler ağı.
          Kertenkele kulağını taşın aralığına koydu ve kulak kabartarak:
          - Ben gideyim artık. Çocuklarım uyanmış.
          Kertenkele taşın aralığına girdi. Balık tekrar düştü yola. Soruların biri geliyor, biri geçiyordu aklından. “Irmak denize dökülüyor mu acaba? Pelikan benimle uğraşmasa bari! Testere balığı hemcinslerini de öldürüp yer mi acaba? Balıkçılın bizimle ne düşmanlığı olabilir ki?”
          Küçük Balık hem yüzüyor hem düşünüyordu. Her karış yolda yeni bir şey görüyor, yeni bir şey öğreniyordu. Taklalar atarak çağlayanlardan düşmek ve yüzmeye devam etmekten hoşlanıyordu artık. Güneşin sıcaklığını sırtında hissettikçe kuvvet alıyordu. Bir yerde ceylanın biri acele acele su içiyordu. Küçük Balık selam verdi:
          - Güzel ceylan, neden acele ediyorsun?
          Ceylan:
          - Avcı peşime düştü; üstelik vurdu beni, bak işte.
          Küçük balık kurşunun isabet ettiği yeri göremedi ama ceylanın aksayarak koşmasından doğru söylediğini anladı.
          Bir başka yerde kaplumbağalar güneşin sıcağı altında kestiriyorlar, öbür tarafta keklik kahkahaları vadide yankılanıyordu. Dağ bitkilerinin kokusu havada dalga dalga yayılıp suya karışıyordu.
          Öğleden sonra vadinin genişleyip suyun ormanın ortasından geçtiği bir yere geldi. Su o kadar çoğalmıştı ki Kara Balık iyiden iyiye keyiflendi. Sonra birçok balığa rastladı. Annesinden ayrıldığından beri balık görmemişti. Birkaç küçük balık başına toplandı. "Yabancısın galiba?"”dediler.
          Kara Balık:
          - Evet, yabancıyım. Uzaklardan geliyorum.
          Küçük balıklar:
          - Nereye gidiyorsun?
          Kara Balık:
          - Irmağın sonunu bulmaya gidiyorum.
          Küçük balıklar:
          - Hangi ırmağın?
          Kara Balık:
          - İçinde yüzdüğümüz ırmağın.
          Küçük balıklar:
          - Biz buna nehir deriz.
          Kara Balık bir şey demedi. Küçük balıklardan biri:
          - Pelikanın yolumuzu tuttuğunu biliyor musun?
          Kara Balık:
          - Evet, biliyorum.
          Bir başkası:
          - Pelikanın ne kadar büyük torbası olduğunu da biliyor musun peki?
          Kara Balık:
          - Bunu da biliyorum.
          Küçük balık:
          - Yine de gitmek istiyorsun, öyle mi?
          Kara Balık:
          - Evet, ne olursa olsun, gideceğim.
          Kısa zamanda balıklar arasında yayıldı haber. “Küçük bir kara balık uzaklardan gelmiş. Irmağın sonunu bulmaya gidiyormuş. Üstelik pelikandan hiç mi hiç korkmuyormuş!” Birkaç küçük balık Kara Balık’la birlikte gitmeyi düşündülerse de büyük balıklardan korktukları için çıtları çıkmadı. Birkaçı da “Pelikan olmasa, seninle gelirdik. Ama pelikanın torbasından korkuyoruz” dediler.
          Irmak kenarında bir köy vardı. Köylü kadınlarla kızlar ırmakta çamaşır ve bulaşık yıkıyorlardı. Küçük Balık bir süre onların konuşmalarını dinledi, biraz da çocukların yüzmelerini seyredip yola koyuldu. Akşam oluncaya kadar gitmeye devam etti. Sonra bir taşın altına girip uyudu. Gece yarısı uyandı. Baktı, ay ışığı suya vurmuş ve her tarafı aydınlatmıştı.
          Küçük Kara Balık ayı çok severdi. Ay ışığının vurduğu geceler Balık yosunların arasından süzülüp ayla birkaç kelime konuşmak isterdi ama her defasında annesi uyanıp onu tekrar yosunlara çeker ve uyuturdu.
          Küçük Balık ay ığışığına çıkıp:
          - Selam güzel ay!
          Ay:
          - Selam Küçük Kara Balık. Sen neredeydin, şimdi burası neresi?
          Balık:
          - Dünya seyahatine çıktım.
          Ay:
          - Dünya çok büyük. Her tarafı dolaşamazsın.
          Balık:
          - Olsun; gidebildiğim kadar gideceğim.
          Ay:
          - Sabaha kadar yanında kalmak isterdim ama büyük bir kara bulut bu yana geliyor; ışığımı kapatacak.
          Balık:
          - Güzel ay; ben senin ışığını çok seviyorum. Işığının hep beni aydınlatmasını isterdim.
          Ay:
          - Balıkçığım, doğrusunu istersen, ışığım yok benim. Güneş bana ışık verir, ben de onu yeryüzüne gönderirim. Hiç duymadın mı insanlar birkaç yıla kadar uçup üstüme konacaklar?
          Balık:
          - Bu imkansız bir şey.
          Ay:
          - Güç bir iş, ama insanlar neyi yapmak isterse...
          Ay sözünü bitiremedi. Kara bir bulut gelip ayı kapadı ve gece tekrar kapkaranlık oldu. Küçük Balık yapayalnız kalmıştı. Şaşkınlık içinde birkaç dakika karanlığa baktı. Sonra taşın altına girip uyudu.
          Sabah erkenden uyandı. Başucunda fısıldaşan birkaç küçük balık gördü. Kara Balığın uyandığını görünce bir ağızdan:
          - Günaydın!
          Kara Balık hemen tanıdı onları:
          - Günaydın! Sonunda peşime düştünüz demek ki.
          Küçük balıklardan biri:
          - Evet; ama hâlâ korkumuz geçmedi.
          Bir başkası:
          - Pelikanı düşünmekten rahatımız, huzurumuz kaçtı.
          Kara balık:
          - Siz çok düşünüyorsunuz. Hep düşünmek, hep düşünmek gerekmez. Yola çıkınca korkunuz mutlaka geçer.
          Ama tam hareket edecekleri sırada çevrelerindeki su kabardı, üstlerine bir kapak geldi ve her taraf karardı. Kaçış yolu kalmamıştı. Kara Balık pelikanın gagasına düştüklerini anladı hemen.
          Küçük Kara Balık:
          -Arkadaşlar, pelikanın gagasına düştük ama kaçış yolu da tümüyle kapalı sayılmaz.
          Küçük balıklar ağlamaya başladılar. İçlerinden biri:
          - Artık kaçacak yolumuz kalmadı. Senin yüzünden bunlar! Yanımıza gelip ayarttın bizi!
          Bir başkası:
          - Şimdi hepimizi yutacak. İşimiz bitik!
          Birden suda korkunç bir kahkaha duyuldu. Pelikanın gülüşüydü bunlar:
          - Ne kadar çok küçük balık yakaladım! Ha ha ha ha...Gerçekten acıyorum size! Yutmaya kıyamıyorum! Ha ha ha...
          Küçük balıklar yalvarıp yakarmaya başladılar:
          - Pelikan beyefendi hazretleri! Ne zamandır sizin hakkınızda övgü dolu sözler duyardık. Lutfedip mübarek gaganızı biraz açın da dışarı çıkalım, bundan böyle hep duacınız olalım.
          Pelikan:
          - Hemen şimdi sizi yutmak istemiyorum. Depolanmış balığım var. Bakın aşağılara...
          Torbanın dibinde irili ufaklı birkaç balık vardı. Küçük balıklar:
          - Pelikan beyefendi hazretleri! Biz bir şey yapmadık; suçsuzuz. Şu Küçük Kara Balık ayarttı bizi...
          Küçük Balık:
          - Korkaklar! Bu hilekar kuşu bağış madeni mi sandınız ki böyle yalvarıyorsunuz?
          Küçük balıklar:
          - Senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor. Göreceksin şimdi; Pelikan beyefendi hazretleri bizi affedip seni yutacak!
          Pelikan:
          - Evet, affederim sizi ama bir şartla.
          Küçük balıklar:
          - Şu geveze balığı boğarsanız, özgürlüğünüzü kazanırsınız.
          Küçük Kara Balık kenara çekildi. Küçük balıklara:
          - Kabul etmeyin! Bu hilekar kuş bizi birbirimize düşürmek istiyor. Bir planım var...
          Küçük balıklar sadece kendi kurtuluşlarını düşündükleri için Küçük Kara Balığın üstüne çullandılar. Küçük Balık torbanın gerisine doğru çekildi ve yavaşça:
          - Korkaklar! Öyle de olsa, böyle de olsa, yakalandınız bir kere. Kaçacak yeriniz de yok. Üstelik gücünüz bana yetmez.
          Küçük Balıklar:
          - Seni boğacağız. Biz özgürlüğümüzü istiyoruz.
          Kara Balık:
          - Aklınızı kaybetmişsiniz siz. Beni boğsanız bile kaçış yolu bulamayacaksınız. Kanmayın ona!
          Küçük balıklar:
          - Canını kurtarmak için söylüyorsun bunları. Yoksa bizi düşündüğünden değil.
          Kara Balık:
          - Öyleyse dinleyin beni; size bir yol göstereyim. Cansız balıklar arasında ölmüş gibi yapacağım. Haydi görelim bakalım, pelikan sizi serbest bırakacak mı bırakmayacak mı? Dediğimi kabul etmezseniz şu hançerle hepinizi öldürürüm ya da torbayı parçalayıp kaçarım ve siz...
          Balıklardan biri sözünü kesti:
          - Yeter artık! Bu sözlere dayanamıyorum... Hüngür... hüngür.. hüngür.
          Kara Balık onun ağladığını görünce:
          - Şu hanım çocuğunu niye aldınız yanınıza?
          Sonra hançeri çıkarıp küçük balıkların gözüne tuttu. Balıklar ister istemez onun önerisini kabul etti. Yalancıktan kavga ettiler. Kara Balık da ölmüş gibi yaptı. Küçük balıklar yukarı çıkarak:
          - Pelikan beyefendi hazretleri! Geveze Kara Balığı boğduk...
          Pelikan güldü:
          - İyi ettiniz. Ödül olarak sizi diri diri yutacağım. Böylece midemde gezinmiş olursunuz.
          Küçük balıklar kıpırdayacak fırsat bulamadılar ve yıldırım hızıyla pelikanın boğazından geçtiler. İşleri bitmiş oldu.
          Kara Balık o sırada hançerini çekti. Bir darbede pelikanın torbasını yarıp kaçtı. Pelikan acıdan çığlık atmaya, başını suya vurmaya başladı ama Küçük Balığı takip edemedi.
          Kara Balık öğle olana kadar gitti. Artık dağ ve vadi bitmişti ve ırmak dümdüz bir kırdan geçiyordu. Sağdan soldan birkaç küçük çay da ırmağa katılmış ve su bir o kadar çoğalmıştı. Kara Balık suyun çokluğundan zevk alıyordu. Birden kendine geldi ve suyun dibinin olmadığını gördü. O yana gitti, bu yana gitti, hiçbir kenara ulaşamadı. Küçük Balık suda kaybolmuştu! Yüzdü de yüzdü, yine bir yere varamadı. Ansızın uzun ve büyük bir hayvanın yıldırım hızıyla kendisine saldırmakta olduğunu farketti. Karşısında ağzının önünde iki kenarlı bir testere vardı. Küçük Balık testere balığının onu paramparça edeceğini düşünerek toparlandı, oradan sıvışıp su yüzüne çıktı. Bir süre sonra deniz dibini görmek için dalışa geçti. Yolda bir balık sürüsüne rastladı. Binlerce binlerce balık! Sordu birine:
          - Arkadaş, ben yabancıyım. Uzaklardan geliyorum. Burası neresi?
          Balık arkadaşlarına seslendi:
          - Bakın, bir tane daha...
          Sonra Kara Balığa:
          - Arkadaş, hoş geldin denize.
          Balıklardan bir başkası:
          - Bütün ırmaklar ve nehirler buraya dökülür. Tabii bazıları da bataklığa gider.
          Öbürü:
          - İstediğin zaman bizim grubumuza girebilirsin.
          Denize ulaştığı için Küçük Kara Balık sevinçliydi.
          - İyisi mi şöyle bir dolaşayım. Sonra gelir sizin grubunuza katılırım. Balıkçının ağını kaçırırken ben de sizinle olmak isterim.
          Balıklardan biri:
          - Yakında dileğine kavuşursun. Şimdi gidip dolaş ama su yüzüne çıkarsan balıkçıla dikkat et. Bu günlerde kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Günde dört beş balık avlamadan yakamızı bırakmıyor. Kara Balık deniz balıklarının sürüsünden ayrılıp tek başına yüzmeye başladı. Bir süre sonra su yüzüne çıktı. Güneş ışığı sıcacıktı. Küçük Kara Balık güneşin yakıcı sıcağını sırtında hissediyor, bundan zevk alıyordu. Usul usul ve keyifle deniz yüzeyinde yüzerken “ Her an ölümle yüz yüze kalabilirim. Ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmem gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği....” diye düşünüyordu.
          Küçük Kara Balık daha fazla düşünce ve hayal dünyasında kalamadı. Balıkçıl geldi, onu yakalayıp götürdü. Küçük Balık balıkçılın uzun gagasında çırpınıyor ama kurtaramıyordu kendini. Balıkçıl onu belinden öyle sıkı kavramıştı ki çok canı yanıyordu. Küçük bir balık suyun dışında ne kadar yaşayabilirdi ki! Balık düşünüyordu kendi kendine. Keşke balıkçıl onu hemen yutsaydı! En azından onun midesindeki su ve rutubet birkaç dakika daha ölmesini engelleyebilirdi. Bunları düşünerek balıkçıla:
          - Niçin beni diri diri yutmuyorsun? Ben öldükten sonra vücudu zehirle dolan balıklardanım.
          Balıkçıl bir şey demedi. şöyle düşündü içinden:
          - Uyanık seni! Neler çeviriyorsun aklın sıra? Beni konuşturup ağzımdan kurtulmayı mı düşünüyorsun acaba?
          Uzaktan kara görünmüş, gittikçe yaklaşıyordu. Kara Balık “Karaya varırsak, işim bitti demektir” diye düşündü kendi kendine.
          - Biliyorum, beni çocuklarına götürüyorsun. Ama karaya varana kadar ben ölmüş olurum ve bedenim zehirli bir torbaya dönüşür. Çocuklarına acımıyor musun hiç?
          Bu kez balıkçıl düşünmeye başladı: “İhtiyatlı olmakta yarar var. Seni ben yeyip çocuklarıma başka balık avlayım... Ama işin içinde bir numara olmasın sakın! Hayır, hayır, hiçbir şey yapamazsın sen.”
          Balıkçıl bunları düşünürken Kara Balığın bedeninin gevşeyip hareketsiz kaldığını gördü. Yine düşünceye daldı: “ Öldü mü yani? Şimdi ben de yiyemem artık onu. Böylesi yumuşak ve ince bir balığı yasaklıyorum kendime.”
          “Hey ufaklık! Henüz yarı canlısın. Şimdi seni yiyebilir miyim acaba?” diyecek oldu ama lafını bitiremedi. Gagasını açar açmaz Kara Balık fırlayıp aşağıya düştü. Balıkçıl fena oyuna geldiğini anladı ve Küçük Kara Balığın peşine düştü. Balık yıldırım hızıyla suya doğru ilerliyordu. Suya kavuşma arzusuyla kendinden geçmiş, kuruyan ağzını denizin nemli rüzgarına çevirmişti. Ama suya dalıp da soluklanana kadar balıkçıl yıldırım hızıyla yetişti ve bu kez balığı öyle süratle avlayıp yuttu ki zavallı balık başına nasıl bir bela geldiğini bir süre anlayamadı. Tek hissettiği her tarafın nemli ve karanlık oluşuydu. Hiçbir yol yoktu ve ağlama sesleri geliyordu. Gözleri karanlığa alışınca, bir köşede büzülmüş ağlayan ve sürekli annesini isteyen küçücük bir balık gördü. Kara Balık yaklaştı:
          -Küçüğüm, kalk da bir çare düşünmeye bak. Ağlayıp anneni istemen neye yarar?
          Minik balık:
          -Sen de... kimsin? ... Görmüyor musun?.... Ölü... yorum. Hüngür... hüngür. Anneciğim artık seninle gelip balıkçının ağını dibe çekemeyeceğim... hüngür... hüngür!
          Küçük Kara Balık:
          -Yeter artık, kes! Rezil ettin bütün balıkları!
          Minik balık ağlamayı kesince Küçük Kara Balık:
          - Balıkçılı öldürüp balıkları kurtarmak, huzura kavuşturmak istiyorum. Ama önce seni dışarı göndermeliyim; yoksa bir çuval inciri berbat edersin.
          Minik balık:
          - Sen kendin ölüyorsun, nasıl öldüreceksin balıkçılı?
          Küçük Kara Balık hançerini gösterdi:
          - İçerden karnını parçalayacağım. Şimdi beni dinle. Balıkçılın gıdıklanması için ben oraya buraya koşuşturmaya, dönüp dolanmaya başlayacağım. Ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca sen fırla dışarı.
          Minik balık:
          - Peki sen ne yapacaksın?
          Küçük Kara Balık:
          - Beni düşünme sen. Bu soysuzu öldürmeden dışarı çıkmayacağım.
          Küçük Kara Balık bunu söyledikten sonra dönüp dolanmaya, o yana bu yana koşuşturmaya ve balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Minik balık balıkçılın midesinin ağzında hazır bekliyordu. Balıkçıl ağzını açıp da kah kah gülmeye başlayınca minik balık dışarı fırladı ve az sonra da denize düştü. Ne kadar beklediyse de Kara Balık’tan haber yoktu. O sırada balıkçıl kıvranmaya, çığlık atmaya başladı. Sonra çırpınıp süzüldü süzüldü ve şlapp diye suya düştü. Suda da çırpınışını sürdürdü. Yine haber yoktu Küçük Kara Balık’tan...
         
          ***
          Yaşlı balık masalını bitirdi ve on iki bin yavrusuna ve torununa:
          -Artık yatma vakti çocuklar. Gidip yatın bakalım.
          Çocuklar ve torunlar:
          -Büyükanne, minik balığa ne olduğunu söylemedin.
          Yaşlı balık:
          -O da yarın akşama kaldı. şimdi yatma vakti. İyi geceler.
          On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık “İyi geceler” dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep...
    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...

    Cemil Meriç - Bu Ülkeden

    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...
    Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok. Domuzlar kutsal kitaplarla beslenmez.

    Mabetler her çağda ziyaretçisiz kalmış. Tefekkür Sina'sı metruk bir manastır. Kimin için yaratacaksın? İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.

    Köleler ehramlarda yaşıyor. Istırap taş olmuş.

    Rüyalarında bir Musa yaratıyordu Michelangelo ve zamanı mermere hapsediyordu. Ruhunu işliyordu maddeye: coşkunluklarını, emellerini, vecitlerini işliyordu.

    Yaratmak yabancılaşmaktır. Yaratılan bir başkası. Yaratmak yok olmaktır; ya yaşayacak, ya yaratacaksın. Ebediyet, hazin bir teselli mükâfatı.

    ***

    Balçığı mermer yapan, zilletin yıldırımı. Ama balçık, mermerden daha yumuşak, daha sıcak, daha insan: Âdem ile Havvâ'nın ham maddesi. Fâni olduğu için güzel.

    Ölümsüzleşmek milyonlarca budalanın dudağında tebessümleşmek ve binlerce yıl anlaşılmadan tekrarlanmak, kirlenmek, genelleşmek. Ebediyet, cehennemin ta kendisi.

    ***

    Zekâ rüzgârda unutulan mum, bencillik fânûs. Senin fânusun yok. Ve şuurun hasta bir hayvanın korkularını aksettiren kırık bir ayna.

    ***

    Havârilerini yaratmayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed'in ilk mucizesi: Hatice-t-ül kübrâ.

    ***

    Arzudan tutuşan parmaklarınla dallara boşuna uzanma Tantal. Meyveleri koparamazsın. Hem böylesi daha iyi değil mi?

    O altın meyveler boyalı birer top. Serâbın büyüsü yok vâhada; rüyası muhteşem suyun, kendisi değil.

    ***

    Fildişi kule, dâvâsız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silâh kuşanır. Bir zindan değil, bir liman.

    ***

    Itır gülün sesi, ışık sonsuzun. Geceleri ölüm konuşur karanlıklarda.

    ***

    “İsrail oğulları arz-ı mev'ud'a geldikleri zaman, karşılarında Jeriko'yu buldular”, diyor Tevrat. Aşılmaz duvarları ile düşman bir ülke idi Jeriko. O duvarları ilâhiler yıktı; ilâhiler, yani ses.

    Gandi'nin sesi de zulmün duvarlarını devirmedi mi? Bana öyle geliyor ki, ak saçlı Arya çobanları Tanrılara bu sesle yalvarmışlardı; Vedalar bu sesle okunur, Upanişatlar bu sesle fısıldanırdı. Britanya adalarında kurt sürüleri dolaşırken, Himalaya dorukları bu sesle ürpermişti. Bu seste bütün Hint var; bütün Hint, hattâ bütün insanlık. Berrak, telaşsız, sakin ama İsrafil'in sûru kadar heybetli.

    ***

    Önce sükût vardı; kelâm değil. “Tanrı sükûttur” diyor bir Hint bilgesi. Söz, ki sonsuz arasında çırpınış. Hayat gibi sıcak ve dost. Kutupların sessizliğinden bana ne?

    ***

    Kamûs, bir umman. A'makında inciler gülümser. Kimi bir sevgili göğsünde parlayacak, kimi bir tâcidar alnında, kimi sedef mahfazasında unutulacak. Kamûs bir umman, dualar uğuldar derinliklerinde, destanlar coşar. Şair bu sesleri duyan ve duyuran.

    ***

    Münakaşa eden iki insan, aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan yol arkadaşı. Hedefi, tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış.
    Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir: parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçiş.

    ***

    Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.Zilletten kurtulmak için Sezarlaşılır. Taç, yüz karasını pırıltılarla gizlediği için kutsal.

    ***

    Kılavuzların sesi çılgın kahkahalar arasında boğulmuş. Nutku tutulmuş aklın. Zincir sesleri, kadeh şakırtıları, heyheyler. Ve uçuruma doğru ilerleyen kafile.
    Manu, bir başına tırmanmış dağa. Nuh'un gemisine tek insan binmiş. Sodom'da kalmış Lut'un ümmeti.

    ***
    Kâbusa, geceye, uçuruma koşan kafileler. Bu cihanşümûl hâilyei ibret aynasından seyredemezsin. Devran, çoktan parçaladı aynayı. Sen de kafilenin içindesin: kafanla, etinle, çocuklarınla. Dostlarını çağıracağın arz-ı mevud nerede?

    ***

    Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıklaşır, katranlaşır. Tedailer zikzak çizer boyuna. Kafatasında musîkisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu. Hayat, uyku ile uyuşukluk arasına rakseder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekânın sürekli isyanlarından bîzar olan madde, bu şımarık, bu geveze, bu mütecessis meşaleyi bir üfleyişle söndürür. Cinnet maddenin zaferi.

    ***

    Spinoza, “Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusu ile yola çıktığını söylerdi”, diyor. Kasırgalı bir denizde çalkalanan sal bizden daha hür. Hangi limana yöneleceğiz? Riyazet kalesi metrûk bir harabe. Büyükler masal söyleyip uykuya dalmış Hayyam'a göre, ama onun sunduğu kadeh de köpük dolu değil mi? Eflatun'u sokaktaki adamdan ayıran: üslup.

    Dâhi, bahtiyar tedaileri olan adam. Tedailere istikamet veren saikler sonsuz… Kapanan bir kapı, açılan pencere, müziç bir korna, gazetede okunan bir haber, havanın açık veya kapalı oluşu… hepsi irademizin dışında. Düşüncelerini dilediği ülkelere kanatlandırmak kimin haddi? Her şaheser mesut bir tesadüfün çocuğu, yani babası meçhul bir piç.

    ***

    Âsaf'ın manzum bir tekerlemesini hatırlıyorum: “Seni görmesem Buda olurdum, seni gördüm budala oldum.” “On binlerce Buda gelmiş dünyaya” diyor, “biz yalnız sonuncusunu tanıyoruz.” Tanıyor muyuz acaba? Tarihçilerin üzerinde anlaştığı tek hakikat var mı? Kimine göre, bir ömür boyu dünya nimetlerini hor gören Buda, nefis bir domuz kızartmasını tıka basa atıştırdığı için göçüp gitmiş… İnanacak mıyız? Kahramanların çamurlaştığını görmek, sokaktaki adam için buruk bir teselli.

    Tabiatın dev'e tahammülü yok. Ermişler bile kurtulamamış sitem oklarından. Çağımız, delileri sevimleştirdiği için Dosto'ya tutkun. Cinnetle cinayet sanatın konusu olunca bir nevi meşruiyet kazanıyor.

    Zerdüşt'ten beri hangi muammayı çözebildik? Halâ çöller kadar susuzuz hakikate, yalana, hayat ve ölüme. İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk.

    ***

    Üç hücreli bir mahpesteyiz: ütopya, mit, ideoloji. Dışarda bir deli haykırıyor: “Hakikati söyle!” Hangi hakikati?

    Her mâbut, bir devrin hakikatiydi. Deva'lar dev oldular. Ahuramazda öldü, Zeus nerede?
    İnsan, ormanda unutulan çocuk, yalan zırhı. Yalan hürriyete açılan kapı. Yalan, kaygıların bittiği liman.

    Samson'un gücü saçlarındaydı, esirlerin gücü yalanlarında. Tarih yalan söyler, şiir yalan.
    Geçen'i, değişen'i yazıya veya sese kalbetmek, yalanlaştırmak değil mi? Dudaklarımdan çıkarken öyle düşünüyordum. Gülümsediniz. Şuurun durgun gölü dalgalandı. Göl, artık o göl değil. Her yeni oluş'u nasıl kelimeleştirebilirim? Duygular kuşlardan ürkek.
    Bana hakikati değil, kendini ver. Kendini, yani rüyanı. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Zaten nasıl olduğunu, ne olduğunu biliyor musun? Her yalan bir yaratış.
    Hakikat, kaderin imzasız mektubu.

    ***

    Mezar taşlarında şiir okumak, güzel; taşlar ayakta dinler sizi. Çölde vaaz etmek mutluluk! Kumlar perestişle ürperir.

    ***

    Çıplak, sevimsiz, uçsuz bucaksız bir dağ: zaman. Kıracaksın onu, heykelleştireceksin. Kaos'u beşerîleştiren: insan; insan, yani sanatkâr. Hayat, herkesin yaşadığı, kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı komedya. İnsan, hayalleriyle Tanrı. Goethe, bunun için hatıralarına “Şiir ve Hakikat” adını vermiş.

    Breton'lar ummanın derinliklerine gömülü bir beldeden yükselen çan sesleri duyarlarmış zaman zaman. “Benim içimde de böyle bir şehir var.” diyor Renan. “Ama aradaki yarım asır, uzaktan gelen sesleri boğuklaştırıyor.”

    Kim maziyi değiştirmeden anlatabilir ki? Kelimeleşmeyen “zevk-i tahattur”, bir rüya kadar soluk ve fâni. Ama yaşayan insanla, hatırlayan insan aynı mı?

    Klasisizm müeddepdir, “ben”i teşhir etmez. Günâh rahip önünde çıkarılır, okuyucu yatak odalarına sokulmaz. Edebiyat pazarı, Rousseau'dan beri kirli çamaşırlarla dolu. Ne kazandık?

    Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları ihtiyar nâzeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: “Dilin görevi hakikati gizlemektir.”

    Sartre, “Kelimeler”de bir yarı-Tanrının veya bir hükümdarın çocukluğunu anlatan ücretli bir vakanücis. Her dokunduğunu çirkinleştiriyor. Bu felâketten kurtulabilen yalnız kitaplar. Kendisi de ancak okuma öğrendikten sonra sevimleşiyor.

    ***

    Kendimizi tanımak… Ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var. Berhanenin bazen bir, bazen birkaç odası aydınlık. Işık binanın üst katlarında. Kendini tanımak. Kendini, yani eriyeni, dağılanı, dumanlaşanı. Sen acıların, utançların, zilletlerinle aynısın. Rüyaların, hayallerin dileklerinle bir başkası.

    Gideceksin. Tanrılar bile rolünü bitiren aktörler gibi kâh birer birer, kâh hep beraber çekiliyor bu sahneden. Senin zavallı gölgen zaman perdesine belki bir kere bile aksetmeden, oyuna katılmaya bir kukla gibi unutulup gidecek.

    ***

    Hayat bir abesler cangılı. Kimi mukaddes abeslerin, kimi mülevves. İnsanın tek hürriyeti kendini aldatmak. Hiçbir zafer umulanı getirmez, hiçbir bozgun mutlak değildir.
    Her mücahidin iki çehresi var: Don Kişot ve Sezar Borjiya. Sezar, tarihin en büyük şaheseri, Machiavelli'ye göre. Olaylar ve insanlarla oynayan yavuz bir satranç ustası; hem aslan, hem tilki. Kader, o büyük iradeyi bir tekmede yerle bir etti. Bir İtalyan sıtması graniti çamurlaştırdı.

    Önünde birçok yollar var. Politika bunlardan biri. Belki en aldatıcı olduğu için en câzibi. Mutlak’ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol. Aydınlan ve aydınlat.

    ***

    Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lânetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıveriyor.

    Deli İbrahim, Osmanoğulları'nın en akıllısı. İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı, denizlerde ne işi vardı?

    İnsanlar beyni fırlatıyor lâğıma. Süleyman'ın sofrası iltifatlarına muntazır, onlar kemik peşindeler. Venüs'e arkaları dönük, köpeklere sırıtıyorlar. Efsane yalan söylüyor: Sirse insanları domuzlaştırmamış, domuzları insanlaştırmış. Bunları tekrar ahıra sok Sirse!

    ***

    Yeşiller-Maviler kavgası Bizans'ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı Romalı serpuşların yerini almadan bu tenperver sürünün Tanrısı: cokeydi. Hayvana kanat takan arabacı, topa tekme savuran şaşkının yanında haysiyet ve ciddiyettir. Bugünün ayaktakımı kahramana değil, maskaraya alkış tutuyor.

    ***

    Din, aşk, şiir… Boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. En yüce, en güzel, en ölümsüz taraflarını benliğinden koparıp bir mücerrede armağan eden insan, neden fakirleşsin? Boş kubbeleri sonsuzluğumuzla doldurmak, sonsuzlaştırmaktır. Tanrı beşerin en büyük keşfi.

    Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran uzak ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az bahtiyardı? Hangi ilmî hakikat bir kabile dininin nass'larından daha sıcak, daha doyurucu? İnanmayanların, inananlara sataşmaları kıskançlıklarından. Mü'minlerin saadetini gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.

    ***

    Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
    Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit.
    Zaman masal kuşlarına benziyor…
    Abûs, kocaman, sâkit.
    Ve geceleri
    Alnında dolaşır biteviye
    Kirli, soğuk pençeleri.
    Yıldızları söndürmüş fırtına,
    Batan gemidesin;
    Senden ne kalacak yarına!
    Kıyılardan imdat isteyen sesin.

    Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda

    Virginia WoolfKadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Kolay okunur, çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve edebiyat.”


    İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor.



    Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”


     "Woolf, mantıkla olduğu kadar hayalle,  nükteyle olduğu kadar bilgiyle ve gerçek bir romancının hayal gücüyle konuşur."       
     Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda
    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...


    Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”

    Grigory Petrov - Beyaz Zambaklar Ülkesinde



    Finlandiya'nın tarihinin son aşaması Fin Kültürü'nün hayranlık uyandıran gelişimini ve düşünce gelişimini yakından incelemiş bir yazarın izlenimleridir. Bu izlenimlerin ağırlık merkezi, bir zamanlar bataklıklar diyarı olan Finlandiya'yı "Beyaz Zambaklar Ülkesi"ne dönüştüren kültürel ve sosyal çalışmaların anlatımıdır. Bu çalışmalar arasında Finli aydınlarla halk arasındaki sıcak ilişki ve yakınlaşmanın büyük yeri vardır.
    Grigory Petrov
    Beyaz Zambaklar Ülkesinde



    a. Finlandiya'nın Tarihi;
    Bugünkü Fin toprakları yüzlerce yıl Rusya ile İsveç arasında doğal bir kale hizmeti görmüştür. Bölgede geniş bataklıklar ve girilmesi zor ormanlar olduğundan ne Ruslar, ne de İsveçliler bu topraklardan ordularını ve ihtiyaç maddelerini geçirememişlerdir.

    1808 yılından itibaren Finlandiya bir Rus eyaleti oldu. Bu durum 1nci Dünya Savaşına kadar sürdü. Bu süreçte Finlandiya Çar 1nci Aleksandr tarafından verilen imtiyazlar nedeniyle kendi içinde bağımsız oldu, yasalarını ve yönetimini kendisi belirleme hakkına kavuştu.
    Finler, asırlar boyu kimi zaman İsveçlilerin, kimi zaman da Rusların egemenliğinde kalmışlardır. Bu süre zarfında savunma ve diplomasi alanında çaba içinde olmayıp, bütün güçleriyle milli bir Fin kültürü meydana getirmeye çalışmışlardır.


    b. Finlandiya'nın Coğrafyası ve Sosyal Durumu ;
    Avrupa'nın en kuzeyinde bulunan Finlandiya'nın sert iklimi vardır. Havası genellikle sislidir. İlkbaharda bile don görülür. Çoğu yerler sarp granit kayalarla kaplıdır. Kalan yerler ise oldukça çukur ve bataklıktır. Ülkede maden namına hemen hemen hiçbir şey yoktur. Tarım güçlükle yapılabilmektedir. Halkı da hiçbir zaman tam bağımsızlıklarını elde edememiştir. Kimi zaman bir komşusunun, kimi zaman da diğer komşusunun yönetimi altında bulunmuştur.

    Finler kendilerine "Suomi" derler ve çok sevdikleri ülkelerini "Suomi" diye tanımlarlar ki bu "Bataklık arazi" anlamına gelmektedir. Finlerin sahip oldukları büyük kültür ve medeniyet, halkın bizzat kendi çabasının ürünüdür. Finlandiya'da hiç kimse içki içmez. 1907 yılında çıkarılan bir yasayla insana sarhoşluk veren her türlü içkinin satılması yasaklanmıştır.


    c. Lider Halk arasındaki bağlantının incelenmesi;
    Bu kitapta, bir milletin kamu kuruluşlarının, okullarının ve askeri kurumlarının birbiriyle işbirliği yaparak ülkeyi kalkındırmak ve yükseltmek için neler yaptıklarını açıkça göstermiş, özellikle Finlandiya'nın yükselmesi için bazı kişilerin gösterdikleri fedakarlık ve başarılardan söz edilmektedir. Bazı kahraman ruhların, Fin milletini nasıl kahraman millet haline getirdikleri anlatılmıştır.

    Carlyl'a göre millet cansız bir kil tabakasından ibarettir. Eğer ona bir sanatçının eli değmeyecekse, sonsuza dek şekilsiz ve hareketsiz kalacaktır. Ama Cesar (Sezar), Napoleon, Büyük Petro, Sokrates ve Muhammed gibi bir sanatkar, bir büyük adam, bir önder, bir kahraman çıkıp da bu kili eline alacak olursa, ona istediği şekli verebilir.
    Evet, büyük adam bir kahramandır, bir yıldırımdır. Ama halk kitlesi ne kil tabakası, ne de saman yığını değildir. O, yıldırımı meydana getiren milletin kendisidir. Ne zaman bulut kümesi, elektrik oluşturursa yıldırım da kendiliğinden oluşur. Eğer bulutlar elektrikle yüklü değilse, hiçbir zaman şimşek veya yıldırım oluşmaz, yalnızca bulut nemli bir buhar halinde kalır.
    Milletler de böyledir. Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa ondan yıldırımlar doğar, kahramanlar çıkar. Eğer halk kitlesi nemli bir buhar yığınından ibaretse, hiçbir güç ondan yıldırım çıkartamaz.
    Ülkenin refah ve mutluluğunun ve toplumun onur ve şerefinin halkın iradesine bağlı olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnek olması açısından küçük ve yoksul bir ülkeyi gösterebiliriz. Burası iki milyonluk bir nüfusa sahip olan Finlandiya'dır.

    d. Kitapta incelenen sosyal olaylardan örnekler;Bataklık ve ölüm vadisi, yoksulluk ve sefalet yuvası olan Finlandiya diye bilinen, yeryüzünün kuzeyinde, kışı uzun, toprakları verimsiz ve çorak bir ülkede; köy kooperatiflerinin, köy öğretmenlerinin, gönüllü doktorların gayret ve aydınlatmalarıyla, bugün nasıl mutluluklar ve güzellikler ülkesi olduğunu; halk gücünün en küçük ortaklık ve belirtisinin aynı yıl içinde ne şekilde biri, yüze, bine, on bine, milyona çıkarttığını servetler ve mutluluklar fışkırttığını, demokrat bir millet ne demektir, topyekün bir millet nasıl yükselir, aydınların halka karşı rolü nedir, gerçek yurtseverlik nasıl olur? Halka gerçek hizmet nasıl yapılır? Bir avuç aydının kendilerini halka adayan fedakarlıklarıyla, bütün bir çalışma ve üstün gayretler sayesinde Fin ailesi gaflet uykusundan uyanmış ve büyük bir hızla ilerleme ve yükselmeye başlamıştır.
    Bu kitapta; harap olmuş bir ülkeyi imar eden, yurdun gelişmesi ve yükselmesi için hiçbir sınıf farkı gözetmeden hep birlikte ve aynı amaçla çalışan; bataklıkları kurutan, sarı tenli, uçuk dudaklı, zayıf bilekli insanlarla çalışarak, bataklıklarını gül bahçelerine ve zümrüt ovalar haline; sarı tenli insanlarını tunç rengine, uçuk dudaklı çocuklarını yakut kızıllığına, zayıf bilekli çocuklarını demir bileklere dönüştüren bu çalışkan Finlerin milli şuurunun bu kadar olağanüstü ve benzersiz olduğu anlatılmakta.
    Eserin en güzel bölümlerinden biri de, askeri kışlaların nasıl bir halk okulu olduğunu anlatan kısımlardır. Eski Finli Subayların eğitimi eksikti. Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezler, hiçbir toplumsal ve ulusal idealleri yoktu. Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirler, şık üniformaları içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezler, dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu içki ve kumardan başını kaldırmazdı, Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta zalimce davranırlardı, Askerler terhis olduktan sonra Vatan Ana, subaylara, generallere "Evlatlarımı nasıl yetiştirdiniz, sizin ellerinize teslim ettiğimiz yüzbinlerce civanıma ne öğrettiniz?" diye soracaktır.
    Kışlayı bir halk okuluna dönüştürme, hatta üniversite haline getirme ideali, Öyle ki, her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca sevgi ve övgüyle ansın; kışladan öğrendiklerini hayatında başarıyla uygulayarak gurur duyması düşüncesinden hareketle; halk; bereket versin, onu kışla ıslah etti, o eğitimini kışladan aldı, askerliği sırasında dürüst, atik, çalışkan ve kibar olmayı öğrendi..., desin ve bu sözler birer atasözü olsun.
    Finlandiya, doğal zenginliklerinden yoksun, kıraç göllerle dolu bir ülke, bir zamanlar işgal altında, yabancı kamçısı altında inlemekteymiş. Bu ülke 60-70 yıl içinde akıllara durgunluk veren bir devrim yapmış, ileri ülkelerle yaptığı yarışta rekor kırmış. Bu ilerlemeyi de öyle büyük bilim adamları, güçlü liderleri olmadan yapmış, ama güçlü nesiller, büyük yurtseverler, çalışmayı seven yurttaşlar, inançları granit gibi sağlam bir toplum yaratmıştır. Ülkenin yetiştirdiği bu insanlar, isimsiz kahramanlar, yer altında çalışan işçiler, halkın aydınlanması için çalışan kültür savaşçılarıdır. Yalnızca yurtlarını ve halklarını düşünmüşler ve bu uğurda her şeylerini feda etmekten çekinmemişlerdir.
    Finler uzun yıllar milli kültürlerinin gelişmesi ve ilerlemesi için çalışmışlar ve bugün birçok Avrupa ülkesinden daha yüksek bir uygarlık derecesine ulaşmışlardır. Artık büyük ve küçük komşularının saldırısıyla, özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesinden kurtulmuşlardır.
    Bu yazılar sizin romanlarda seçinleriniz içindir...